“Bir yerlerde tıkanıp kaldığında hayat, soluk almak güçleştiğinde, yüreğin susup mantığın sürüklemeye başladığında, dağlara yüzünü dönmeli insan. Yeni patikalar, yeni yollar seçmeli yüreğini ferahlatacak. Yeni insanlarla tanışmalı, yeni keşifler yapacak…” diyor, Oğuz Atay kült romanı Tutunamayanlar’da.
Bilhassa bugünlerde en çok duyduğum söz bu; “Gitmek istiyorum buralardan. Çünkü dayanamıyorum.”
Gitmek büyülü bir kelimedir pek çok kişi için. Gitmek, günlerden bir gün, demlerden bir dem, bir arzu olarak var olmuştur mutlaka pek çoğumuz için.
Kimimiz sevdiklerini sevmekten vazgeçtiği için değil, hayatına bir başkası gibi bakmak için gitmek ister.
Kimimiz sıkıldığı, soluk alamadığı, birbirinin adeta fotokopisi olan günlere çakılı kaldığı için gitmek ister.
Kimimiz ise sadece keşif yapmak için… Hiçbir dala konamayan, hiçbir yerde uzun mühlet kalamayan uçarı ve serkeş kuşlardır onlar.
Kimimiz sadece gitmek ister, hani öyle çok uzağa da değil, yalnızca yan odaya sığınmak, kendisiyle baş başa kalmak, yalnız olmak ister.
Kimi de umudu kalmayınca gitmek ister. Kuracak bir hayali, kotaracak bir düzeni olmayınca ve her sabah mutsuz bir şekilde uyanmaya başlayınca…
Bazen ev, bazen şehir, bazen de ülke değiştirmek ister. Ancak gelin görün ki, çok azımız gidebilir, sevdiklerinden, konforundan veya düzeninden vazgeçebilir.
***
Usta yazar Behçet Çelik’in geçtiğimiz günlerde yayımlanan romanı Belleğin Girdapları günümüz insanının marazi özlemi olan“gitme” halini yeniden düşündüren bir roman. Üstelik “gitmek” lafını ağzına pelesenk ettiği halde yerinden zinhar kıpırdamayanların aksine romanın isimsiz kahramanı verdiği kararı cesaretle uygulayan, gidebilen biri. Bu yönüyle bu yazının başından sonuna kadar “kahraman” olarak anılmayı hak ediyor.
Belleğin Girdapları ilk bakışta orta yaşlara merdiven dayamış orta sınıf bir erkeğin içinde bulunduğu hayattan usanıp bu hayata sırtını dönüşünü, inzivaya çekilişini ve bu inzivada başından geçenleri anlatıyor bize. Çerçeve öykünün içinde ise bellek, aidiyet, uyumsuzluk, dönüşüm gibi kavramlara kahramanın deneyimleriyle cevap arayan, ayrıntılı anlatım tekniğiyle okuyucuyu düşünmeye ve deneyime ortak eden, bir bütünlük arz etmeyen, buna rağmen metninin hiçbir parçası tesadüfi olmayan, ince işçilikle inşa edilmiş çok katmanlı bir anlatı var.
Belleğin Girdapları’nın kahramanı yaşadığı modern toplumdaki –birbirine benzeyen bireylerden, onların yine birbirine benzeyen hayatlarından bıkmış, soluksuz kalmıştır. Mutsuzdur. Etrafını saran bu kitleler içinde kendini yabancı hissetmekte, yabancılığından, onlardan farklı olduğunu duyumsamaktan içten içe haz almakta ancak gene de yalnız kalmak, kendini bildi bilesi hissettiği bu yabancılığı somutlaştırmak, farklı olduğunu (belki kendine, belki çevresine) gösterme ihtiyacı duymaktadır. Nitekim soluğu şehrin dışında kalmayan, ancak merkezine bir hayli uzak bir muhitte, kendisinin Serpmetepe dediği bir semtte alır. Burada inzivaya çekilecek, hayatın anlamını sorgulayacak, belleğinin karanlıklarında yolculuğa çıkacak, belki değişecek, belki de değişemeden serüvenini tamamlayacaktır.
Yazarın, Serpmetepe tarifi de romanın izleğinden bağımsız değildir. Zira Serpmetepe cezaevinin yakınlarında, sakin ve sessiz bir muhittir. Kahramanın cezaevine yakın bu muhitte yaşaması modern dünya yüklerinden arınabilmesi, geldiği dünyadaki suçlarının kefaretini ödemesi, yaşamaya başladığı evin de onun için adeta bir ıslahhane olması içindir. Zira kahramanımız suçludur. Senelerce o haz etmediği insanların suçlarına –bencillik ve sahtelik- bunun farkına vararak ortak olmuş, onlarla ikiyüzlülük içinde yaşamış, onlardan biri gibi davranmış, reklamcılık yaptığı sıralarda içi boş dünyalara cafcaflı hikayeler yazmış, vasat ürünleri allayıp pullayarak hayatını kazanmıştır. Bu “suçlarının” cezasını yeni ıslahhanesinde ödemesi, ıslah olması gerekmektedir. Kefaret ise hatırlamayla, bellekte unutulmuş veya henüz farkına varılmamış ne varsa tekrar gözden geçirmesiyle mümkün olacak, kahramanın içsel yolculuğu sakin bir muhit olan Serpmetepe’de sürecektir.
Kahramanımızın romanın başından itibaren hoşnutsuz bir nazarla andığı kişiler ise çağımızın vebası olan “kendini önemseme illetine” fena halde tutulmuş insanlardır. Hayatın üzerlerinde bıraktığı yaraları cakalı unvanlarla, afili hayat tarzlarıyla kapatan, içlerindeki boşluğu görmezden gelen, kendi içlerine dönüp bakmadıkları için kendilerini tek ve biricik, her yaptıkları şeyi ise özel zanneden, kendini bilmeyen kitleler… Foucault, Hapishanenin Doğuşu isimli eserinde görülmeden başkalarının hayatını bilmenin ve onları göz hapsine almanın bir çeşit iktidar olduğunu söylerken her ne kadar haklı olsa da, görsel ve işitsel iletişim araçlarının yaygınlaştığı, internetin ve bilhassa sosyal medyanın hakim olduğu bu çağ kuşkusuz ki görülmenin ve bilinmenin önemli olduğu, iktidar aracı olduğu bir çağ bu. Bunun farkına varan kitleler görülmek, fark edilmek için kıyasıya yarışıyor. Bunun sonucu olarak da insanlık vasatlaşıyor.
İşte kahramanımız da yerdiği tüm bu insanların sahip olduğu kendini önemli zannetme hastalığından, bu hastalığın sonucu olan kibirden kaçarak Serpmetepe’ye gelmiştir gelmesine ancak burada kendi içine döndüğünde kibrin ve kendini önemseme durumunun farklı bir halini görür. Bu kibir, uyumsuzluğunun içinde saklıdır. Neticede orada yaşayan, hayatın anlamını sorgulamadan vade dolduran, kahvehanelerde oturan insanların sıradan, kendisinin ise sıra dışı olduğunu düşünmekte, onlardan farklı olmanın gururunu zaman zaman hissetmektedir. Ancak diğer yandan sıradan hayatların hazlarının uyuşturucu etkisi yarattığını ve bağımlılık yaptığını da fark etmekte, buranın sekenesi ile kendi arasındaki mesafeyi koruma meselesine ve onların düşüncelerine bir hayli kafa yormakta, aslında ilgilenmediği insanların bakışlarıyla kendi hapishanesinin duvarlarını yükseltmektedir.
Yazarın, kahramanın ismini anlatı boyunca vermeyişi de bilinçli bir tercihtir. Zira kahramanın bu yolculuğunda aynı zamanda onun toplum denen alaşımın içinden çıkarak birey olmasının mücadelesi de vardır. Okur kahramanın geçmişine ve Serpmetepe’deki hayatına tanıklık ederken, aynı zamanda onun etrafındaki insanlardan farklı bir özne olma (yahut olamama) sıkıntısını da hisseder.
Anlatı, kahramanın Serpmetepe’deki ilk deneyimleriyle başlasa da, doğrusal bir çizgide ilerlemez. Zira güneşin doğuşuna ve batışına göre nizamını alan zaman ile belleğin zamanı oldukça farklı olduğundan, bu inzivada belleğin içinde yaşamaya başlayan kahramanımız da belleğin zamanına uymaya başlar, hatırlayışla anlatısını örer. Okur romanın satırlarını takip ederken, yazar kahramanın kah belleğin tortularını, kah şimdinin izlenimlerini saçar ortaya. Gelecek ise bulanıktır.
Ernst Bloch en ünlü eseri Umut İlkesi’nde Freud’un bilinçaltı kuramından hareket ederek bilincin üç fazından bahseder. Bilinçaltından (bilincimizin bastırılmış, bizim farkında olmadığımız kısmı), bilinçten (mümkün&gerçek olan, bizim farkında olduğumuz kısmı) ve bu ikisi arasında “Henüz Bilincine Varılmamış” veya “Henüz Var olmamış” ancak farkına varılması muhtemel olan bambaşka bir ara fazdan… Bloch, umudun, arzunun ve dahi sanatın bu “ara bilinci” nasıl gün ışığına çıkardığını, burada var olan gündüz düşlerini nasıl gerçek kıldığını uzun uzadıya anlatır.
Yazarın Serpmetepe’yi şehrin merkeziyle dışı arasında ara muhit olarak anlatışı, üstelik daha romanın en başında sisler altındaki tasviri bana Bloch’un yaptığı bilinçdışı ile bilinç arasında kalan “Henüz Bilincine Varılmamış” kısmın tarifini anımsattı. Üstelik kahraman belleğin -Bloch’un tarifine benzeyen- bulanık odalarında kalmış, geçmişle şimdi, yaşamı seyretmek ile onun içine katılmak, topluma karışmak ile dışa düşmek arasında arafta sıkışmıştır. Onu bu arada kalmışlıktan kurtaracak, henüz farkına varılmayan ne varsa bilincin üzerinde çıkaracak olan ise sanatın tılsımlı gücüdür. Yani yazı yazmanın…
Kahramanımız önceleri hatırlamak için vasıta olur ümidiyle yazı yazmaya başlar. Ne var ki yazı yazdıkça ve hatırladıkça geçmişin artık olduğu gibi olmadığını, bugünün gözlüğünden –yaşandığı anda görüldüğünden farklı görüldüğünü fark eder. Kahramanın yazıyla imtihanı her ne kadar istediği gibi nihayetlenmese de, yazı yazmak onun için gitgide bir arzu olarak kendini hissettirir.
Belleğin Girdapları, yarı aydın portresi çizen bir kahramanın belleğine ışık tutarken, insanın modern dünyanın çelişkileriyle imtihanını, onun topluma uyum sürecini veya uyumsuzluğunu, arafta kalma halini, dünya işlerinden arınmış bir uzamdaki boşluğun insana zaman zaman ağır geleceğini, bu boşluk halinde insanın içindeki zamanın nasıl değiştiğini, geçmişi yaşamak için şimdiki zamanın yok etmenin gerektiğini ancak bunun imkansızlığını, aşkın aylaklık halinde –yazarın ilk romanı Dünyanın Uğultusu’nda da benzer bir görüş vardır- nedensizce ortaya çıkabildiğini oldukça başarılı bir şekilde resmeden, modern dünyanın kalıplaşmış/paketlenmiş değerlerine kafa tutan, vasatlığa yergide bulunan, her paragrafı düşündüren, başarılı bir roman… (MK/AS)
* Belleğin Girdapları, Behçet Çelik, İletişim Yayınları, Haziran 2019, 266 sayfa.