Görsel: Dilara Açıkgöz / csgorselarsiv
20 Mart 2021’de bir cumhurbaşkanlığı kararı Türkiye’nin, İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden çekildiğini duyurdu. 23 Nisan 2022’de, bu karara karşı açtığımız itiraz davamızın duruşması için İstanbul Barosu ve kadın örgütlerini temsilen binden fazla kadın avukat, Danıştay’ın en büyük toplantı salonunda buluştuk.
Farklı onlarca Baro’dan gelen meslektaşım, görev dağılımına uygun olarak hukuki itirazlarını idare hukukunun, Anayasa hukukunun karmaşık yapılarından çıkartıp, anlaşılır şekilde Danıştay hakimlerine ders gibi anlattılar. Daha sonra söz, savunmaları için Cumhurbaşkanlığı avukatlarına verildi. Toplantı notlarıma “şu anda hiç bu avukatların yerinde olmak istemezdim insan bu kadar yanlış hukuki savunmayı mikrofonda nasıl okuyabilir, ne kadar acıklı” diye yazmışım. Cumhurbaşkanlığı vekillerinin ilk savunması, Barolar ve sivil toplum örgütleri tarafından hazırlanan itiraz dilekçelerindeki açıklamaların çok “basit” olduğuna ilişkindi. Savunma buydu, “çok basitlerdi”. Karara itiraz eden meslektaşlarımızdan biri de söz alarak “Cumhurbaşkanlığının idari işlemi ve bu idari işleme ilişkin savunması o kadar vasattı ki, cevaplarımızı da o vasatlığa uygun olarak basitçe, en temelden hazırlamak zorunda kaldık” dedi.
Danıştay’daki duruşmadan beri tam bir sene geçti. Bir senedir kafamdaki yegane soru, vasatlık ne demekti? Son bir senede Yeni Zelanda’nın en genç Başbakanı Jacinda Ardern, başbakanlık gibi özel bir görevin sorumluluklarının bilincinde olduğunu, bu sorumlulukları artık yerine getiremeyeceğini fark ettiğini söyleyerek istifa etti. İngiltere’de Başbakan Yardımcısı Dominic Raab hakkında çalışma arkadaşlarının çalışma ortamlarında mobbinge uğradıkları iddiasını araştırmak için tarafsız bir hukuki rapor hazırlandı. Rapor Raab’ın üslubunun zaman zaman çalışma ortamını gerginleştirdiği ve (mobbing olmasa bile) çalışanları rahatsız ettiği sonucuna ulaştığı için, Başbakan Sunak’ın talebi ile Başbaşkan Yardımcısı Raab (biraz ayak direyerek de olsa) istifa etti. Yunanistan’da Tempi’de gerçekleşen tren kazası sonrasında, Altyapı ve Ulaştırma Bakanı Kostas Karamanlis hayatını kaybeden 57 kişinin anısına duyduğu saygı ve Yunanistan devletinin ve siyasi sisteminin uzun dönemli hatalarına ilişkin sorumluluk hissini gerekçe göstererek istifa etti.
Danıştay duruşmasından sonraki bir senede Türkiye’de ise, 6 Şubat depremi sonrası Kızılay kendi stokundaki çadırları depremzedelere çadır götürmek isteyen bir sivil toplum örgütüne sattı. Depremzedelere kurulan çadırların olduğu alan dere yatağında olduğu için, yağmurda depremzedelerin çadırlarını su bastı. Deprem sonrasında ortaya çıkan tüm sorunlara ve 50 binden fazla kişinin yaşamını yitirmesine rağmen Kızılay Başkanı Kerem Kınık istifa etmedi. Kınık, istifa etmesi için kendisine çağrıda bulunan kamuoyuna ve özellikle Şahan Gökbakar’a cevaben, Gökabakar’ın bir sinema filminde giydiği pembe taytlı fotoğrafı, kendi Twitter hesabına koydu. Kınık bu sinematografik cevabı ile çağrıyı yapan kişiyi dikkate almadığını, bir erkeğin pembe tayt giymesinin hakaret edilebilirliğini ima etti.
Öldürülen kadınların ailelerini, kadın cinayeti davalarında temsil ederek hukuki destek sağlayan, kadına karşı şiddetle mücadele etmek için örgütlü çalışmalar yürüten, insan hakları ödülleri almış Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na ilişkin olarak “Derneğin amacına, kanuna ve ahlaka aykırı faaliyetler ile mevzuata aykırı faaliyet göstermek” gerekçesi ile fesih davası açıldı. Davaya tanık olarak Platformun hukuki destek sağladığı çocuklarını kadın cinayetlerinde kaybeden aileler davet edildi, tanıklar Platformun aileyi parçalamadığını, zaten kızlarının aile içinde kocaları tarafından ya da eski kocaları tarafından öldürüldüklerini anlattılar.
Genel seçimler öncesinde, Yeniden Refah Partisi Cumhur İttifakı'na destek şartlarının 6284 sayılı sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun tamamen kaldırması olduğuna ilişkinin sözlerinin “çarpıtıldığını” ama yine de süresiz nafaka hakkının ortadan kaldırılmasını ve zinanın yasaklanmasını talep ettiklerini kabul etti.
İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in kızı H.K.G.’yi altı yaşındayken imam nikahıyla Kadir İstekli ile evlendirmesine ve altı yaşından beri H.G.K’.nın cinsel istismara maruz bırakılmasına ilişkin davanın görüldüğü İstanbul Anadolu Adliyesi önünde İsmailağa Cemaatinin müritleri “Yusuf Hocamız Yalnız Değildir” yazan dövizler taşıyarak, polis güvenliği içinde toplanma ve gösteri yapma haklarını kullandılar.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'nde gerçekleştirilen toplantılarda da Taksimde 216’dan fazla ve Kadıköy’de ise 118 kadın darbedilerek gözaltına alındı.
Vasatlık ne demekti gerçekten? Türkiye, siyasi hafızasındaki darbelere ve darbe girişimine rağmen, hukuk devleti olmasına ilişkin tüm varoluşsal erozyonlarına rağmen, bir demokrasi. Avrupa Konseyi’nin kurucularından, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından denetlenmeyi kabul etmiş, uluslararası insan hakları rejimine taraf olmayı taahhüt etmiş, uluslararası sözleşmelere taraf bir ülke. İstanbul’da imzalandığı için, metnin ilk taslağında emeği geçenler Türkiyeli kadınlar olduğu için adı İstanbul Sözleşmesi olan kadın haklarına ilişkin altın standart denilen uluslararası sözleşmeyi ilk imzalayan ülke Türkiye.
Tam da bu nedenlerle, toplumsal cinsiyet ayrımcılığının, eşitsizliklerinin yepyeni boyutlarda tartışıldığı, LGBT+ haklarının, uğradıkları çoklu hak ihlallerinin, tüm kuramsal çerçeveleri derinleştiren, çerçeveden çıkartan kuir tartışmaların yaşandığı, yaşanabildiği çağda Türkiye’de kadınlar olarak hala neden İstanbul Sözleşmesi’nin eşit vatandaşlık için, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığın kaldırılması için temel bir belge olduğunu anlatmak zorunda kalıyoruz? Neden hala kadınların en temel fiziksel güvenliği için, şiddetten korunmaları için 6284 sayılı Kanun’u toplumun bir kesimine karşı, politikacılara karşı korumak zorunda kalıyoruz? Neden hala koruma karalarının aileyi parçalamadığını sanki uzaydaki bir gezegeni anlatır gibi zorlanarak anlatıyoruz? Neden hala 18 yaşına gelmemiş çocukların hangi yaşta evlenmeye, cinsel ilişkiye rızalarının olduğunu tartışmak zorunda kalıyoruz? Neden hala 6 yaşına bir çocuk ile evlenebileceğinin kabul edilebilir olduğunu düşünenleri ikna etmek zorundayız? Neden hala bir kadın örgütünün kapatılması davasında kadın cinayeti davalarında vekillik yapmanın kanuna ve ahlaka aykırı olmadığını Sulh Hukuk Mahkemesine anlatmak zorundayız?
Kötücüllükle, çıkarcılıkla semiren vasat siyasetten de, vasat siyasetin yeniden ürettiği kadını, çocuğu, LGBT+’yı ezmeye, sömürmeye çalışan şiddetin dilini konuşanlardan da bıktık. Uzun zaman sonra, ilk defa hukukun üstünlüğünü tekrar benimseyen bir Türkiye olup, mevcut vasatlık ağırlığından sıyrılabilme şansımız varmış gibi geliyor. Vasatın kış uykusuna karşı baharın canlılığı ümidimle. (İB/AS)