“Olağanüstülüğü”[1] resmi olarak da tescilli günler yaşıyoruz. Tıpkı Jose Saramago’nun “Körlük” kitabında anlattığına benzer biçimde kötülük de bulaşıcı bir hastalık gibi hızla yayılıyor bugünlerde. Başımıza gelen kötü bir şey için şaşırmaya bile fırsat bulamadan bir yenisiyle karşılaşıyoruz.
Kimi zaman güçsüzlüğümüzü itiraf edebilmek de bir güçlülüktür. Mehmet Fatih Traş arkadaşımızın “hayatını sonlandırmayı seçmesi” güçsüzlüğümüzü yüzümüze çarpan bir tokat oldu adeta. Mehmet Fatih’in en “vazgeçilmez” olanı elinin tersiyle ittiği, kimseye söyleyecek söz bırakmadığı bu tercihi, bizler için de eskisi gibi devam etmenin mümkün olmadığı bir “an”a işaret ediyor.
İkinci Dünya Savaşı sırasında memleketinden çok uzakta Brezilya’da, anadilinin dünyasının yok olduğu düşüncesine katlanamadığı, vatansız yolculuklardan tükendiğini hissettiği bir “an”da, “tam anlamıyla yeniden başlama gücü olmadığı”na dair bir not bırakarak eşi Lotte ile birlikte intihar eden Stefan Zweig da benzer bir yolu seçmişti. Zweig, bu kendi dünyanın başına yıkılmasından, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı duygusundan kurtulmayı uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek olarak tarif etmiş ve dostlarına o anı vasiyet etmişti. Tan kızıllığı anı, üç yıl kadar sonra 2 Mayıs 1945’te Berlin’deki Reichstag'a Sovyet bayrağının dikildiği an gelebilmişti ancak, Zweig ve Lotte ise o kadar dayanacak gücü bulamamışlardı kendilerinde. O bayrağın Reichstag’a dikilmesinde Zweig ve Lotte’nin güçsüzlüklerini itiraf ederek direnenlere kattıkları gücün etkisinin olmadığını kim iddia edebilir?
Şimdilerde bizler de adeta bir savaş ortamındayız. Toplumun hemen her hücresinde iki dünyanın savaşı yaşanıyor. Amansız kötü niyetli virüslerle hastalık iyice yayılırken bu virüsleri yenip yeniden iyi olmaya çalışan bir metabolizmada geçiyor sanki olaylar. Semptomlar da farklılık gösterebiliyor. Örneğin Ankara Üniversitesi'nde koca bir çınarın köküne baltayla dalma girişimi yaşanırken, biz taşra üniversitelerindekiler de yeni kök salmaya başlayan fidanların budanmasına benzeyen tasfiyelerimizi yaşadık. Mehmet Fatih’in katlanamadığı, pek çoğumuzun da nefes alamamanın ağırlığıyla yaşamaya çabaladığı bu “sıradanlaşmış kötülük” ortamını taşradan tarif etmeye çalışırken hepimizin bugününü ve geleceğini etkileyen bu durumla nasıl baş edeceğimiz, kötülüğün yayılmasını nasıl önleyebileceğimiz en zor soru olarak halen ortada duruyor.
Burası “…” bir yer diyerek başlar tüm taşra hikayeleri ve aslında tüm o özgünlük vurgusunun, dehşete düşürücü bir sıradanlık olarak tekrarlandığı görülür hikayenin sonunda. Buraları küçük yerlerdir, örneğin adı Tunceli’den Munzur’a değiştirilen üniversite, büyük şehirlerdeki üniversitelerin bir fakültesinden bile küçüktür. Buranın rektörü ise o dehşete düşürücü sıradanlığı tekrarlayan “küçüklükler” sergiler. Çok geçmeden olayların herhangi bir taşra “üniversitesi”nde yaşandığı kolayca anlaşılır. Tunceli’de değil de Dersim’de olduğunuzu hissettiğinizde hikayenizin özgün yanlarını yaşayabilirdiniz. Oysa amansız hastalığın buraya da yayıldığını fark ettiğiniz anda bunun da pek mümkün olmadığı ortaya çıkar. Çocukların en iyi öğretmenleri atıldı Dersim’de de. Annesi ve babası KHK ile işten atılan Çekdar anne ve babası için değil “Anne ve babamı bir daha görürüm ama onu bir daha göremeyeceğim” diyerek ihraç edilen satranç öğretmeni için ağladı günlerce. Pek çok yerde en iyi öğretmenler atılıyor, çocuklarımız ağladıkça hikayelerimiz de ortaklaşıyor.
Geceyarısı bir liste yayınlanıyor, bu listede adınız var ise ertesi gün başka hiçbir resmi işleme gerek olmadan işe gitmek zorunda olmadığınız yeni hayatınız başlayıveriyor. Maaşınız, sağlık güvenceniz, gelecek garantiniz, belki yurtdışına çıkış izniniz pazartesi sendromu yaşama lüksünüzle birlikte yok olup gidiyor. Tıpkı ölümü kabullenmedeki aşamalar gibi, sivil ölümde de yeni yaşam standartlarınızı kabullenmenin çeşitli aşamalarını yaşıyorsunuz. Son iki aydaki -yükselen ve düşen moraller eşliğinde- tek teselliyi çevrenizdeki güzel insanlarda bulduğunuz, dayanışmanın gözlerinizi doldurarak nefes almanıza yardımcı olduğu birtakım süreçleri anmadan geçemeyeceğim elbette. Bir var bir yok olan gelir ve güvenceler gibi bir sürü varlık-yokluk ikilemi peşi sıra gelir. Büyük bir hevesle gelip evinizi kurduğunuz şehirden, küçücük yerde birbirinize sıkıca tutunduğunuz arkadaşlarınızdan, yaşam enerjiniz öğrencilerinizden ayrılmak, geleceğe yönelik planlarınızdan vazgeçmek zorunda olmanın gerekliliği bir bir sarar etrafınızı. Bununla birlikte tüm altüst oluş anlarında olduğu gibi bu yok etme girişimine de inat, kardelen gibi açıveren bir umudun varlığı, gücünü tarihten alan “gelecek güzel günler” inancımız ve her gün sokaklarda kararlılıkla direnen yoldaşlarımız, yaşamından vazgeçerek atılabilecek en sert “tokadı” atan dostlarımız...
Bizi bu varlık- yokluk kavgasına davet edenlere cevabımızsa elbette Rosa Luxemburg’un verdiği cevabın aynısıdır: “Vardık, Varız, Var olacağız”. (MZ/BK)
[1] TDK sözlüğünde olağanüstü kelimesini arattığınızda “Alışılmıştan, benzerlerinden farklı olan, fevkalade”, “Beklenmedik bir zamanda yapılan, önceden tasarlanmamış olan, fevkalade” ve “Büyük bir hayranlığa yol açan, harikulade” gibi üç açıklamayla karşılaşıyorsunuz. Birebir karşılığı olarak verilen fevkalade kelimesinin karşılığı olarak ise bunların yanı sıra “Aşırı, çok fazla” ve “Aşırı bir biçimde” anlamları dabulunuyor. Aşırılığın tavan yaptığı bu ohalli günlerde “olağanüstü”nün tüm aşırı anlamları da tasfiyeye uğramış sanıyorum, o yüzden tırnak içinde yazmak zorunda kaldım.
Yarın: Nuriye Gülmen
İHRAÇ EDİLEN AKADEMİSYENLER YAZIYOR/ KADINLARIN (K)a(H)(K)ahası
Beyza Kural'dan Başlarken - OHAL'de Kadınların (K)a(H)(K)ahası
1- Fatma Güler Eryıldız: Araştırmacı Kimliğimden İhraç Olmadım
2- Betül Havva Yılmaz: Yalnız Olmamaklık
3- Ece Öztan: KHK'ları ile Gittik, Kahkahalarımızla Döneceğiz!
4- İlkay Kara: İletişim Dediğin; Döviz, Afiş, Bildiri...
5- Melek Zorlu: "Vardık, Varız, Var Olacağız"