İnsan sormaz mı: Çok yüksek riskli iller dışında her yerde maskesiz biçimde restoran, kafe, pastanede bir şeyler yemek serbestken, neden saat 22.00’de burnumu ve ağzımı kapatan bir maske ile sokağa çıkıp bir arkadaşıma gidemiyorum?
İsterseniz bu yazıyı Bülent Ortaçgil’in o müthiş “normal” şarkısı eşliğinde okuyun (ancak çekilir):
“Uf biri anlatsın nedir bu normal / Canım sıkıldı yoksa ben miyim anormal”...
Baksanıza ikinci normalleşme dönemi başlıyor ve ben bu yeni normali hiç anlamıyorum. Anlayan anlatsın lütfen.
Sonunda...
Pandeminin bu topraklarda hüküm sürdüğünün kabul edilmesinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra, nihayet Türk Tabipleri Birliği ve uzmanlık derneklerinin sözcülerinin dilinde tüy biten “il bazında verilere göre bilimsel karar almak gerekir” yaklaşımı, hikmetinden sual edilmez devletimiz tarafından kısmen de olsa kabul gördü.
Öte yandan bugün illerin risk haritasını oluşturan kriterleri bilen yok. Hoş bir ara illerin 100 binde vaka sayıları dikkate alınarak 0-10 / 11-35 / 36-100 / 100’ün üstü olmak üzere sırasıyla düşük, orta, yüksek ve çok yüksek risk olarak sınıflandırılacağı ifade edilmişti. Ama 1 Mart 2021 tarihinde açıklanan renkli haritanın bu kurala uymadığı kısa sürede anlaşıldı.
Pekiyi ama yeni kriter(ler) neydi?
Bakanlık ve Bakanlığın Bilim Kurulu üyeleri, test pozitiflik oranı ve test sayısının da risk belirlemede dikkate alınacağını ifade etmişlerdi. Acaba bu ek kriterler mi haritanın renklerini belirlemişti?
Güzel olan, doğru olan, şeffaf olan, hesap verebilir olan haritayla birlikte bu kriterlerin de açıklanması olurdu. Ama güzel, doğru, şeffaf, hesap verebilirlik bu topraklara çok uzak kavramlar.
Neyse ki şifre çözücüler var: Sayın Güçlü Yaman, haritanın açıklanmasından sadece birkaç saat sonra haritanın hikmetini açıkladı.[1] İller, iddiaların aksine, sadece 100 binde vaka sayısına göre sınıflandırılmış ama vaka sayıları biraz daha yukarı çekilmişti 0-20 / 20-50 / 50-100 / 100’ün üstü olarak.
Elbette bu rakamsal dokunuş sayesinde 100 binde 35 ve altı olan iller değil, 50 ve altı olan iller düşük-orta riskli iller statüsüne girerek açılıma dahil oldu.
“Valla gayet normal”...
Kanıksama
Her kusuru devlete yükleyip vicdanen rahatlamayalım. Çünkü bizler de bu topraklarda “valla gayet normal” kanıksadık olup biteni, mevcut durumu ve en kötüsü ölümleri. Düşünsenize bugün itibariyle, rakamsal dokunuşla dahi olsa, ülke genelindeki 81 ilin 39’u, yani yüzde 48’i, COVID-19 pandemisi açısından “yüksek” ya da “çok yüksek” risk grubunda –ki nüfus olarak bu ülkenin yarısı demek oluyor. Ama bizim bir zil takıp oynamadığımız kalmış durumda normalleştik diye.
Daha önemlisi sonbahardan bu yana salgında o kadar yüksek vaka ve ölümlerle karşılaştık ki bugün vardığımız hal “valla gayet normal” geliyor hepimize. Öyle ya bugün herkesin ittifakla “yanlış zamanda açılım” dediği Haziran ayının hemen öncesindeki haftada ortalama her gün 994 kişi hastalığa yakalanır, her gün 28 kişi vefat eder ve günlük PCR test pozitifliği yüzde 3.2 iken; şimdi Mart normalleşmesi öncesinde ortalama her gün 9.024 kişi hastalanıyor ve yine her gün 73 kişi ölüyor. Test pozitifliği ise 7.4’e çıkmış durumda. Yani “yanlış zamanda açılım” dediğimiz günlere göre bugünlerde vaka sayımız 9, test pozitiflik oranımız 2.3, vefat eden kişi sayımız ise 2.6 kat artmış –resmi veriler doğru ise.
“İşler dedim, gidişler dedim / Hepsi normal”...
Dünya
Herkes gözünü yaşlı kıta Avrupa’nın ya da parası olanın yaşadığı ABD’nin verilerine dikmiş durumda. Onlara göre kıyaslayıp bir başarı destanı yazıyoruz.
Pekiyi ama bu durum, bir katilin, mahkemede seri katili örnek gösterip kendisinin daha az öldürdüğü için iyi bir insan olduğunu anlatmasına benzemiyor mu? İnsan olan çekinmeden ve utanmadan hastalığı ve ölümleri yarıştırır mı?
Eğer kıyas istiyorsanız vazgeçtim kıtalardan uzak kendi başına hayat süren Avustralya ve Yeni Zelenda’yı, salgının çıktığı uzak Asya’ya bakın.
Biliyor musunuz; pandeminin dünyaya yayıldığı ülke olan Çin’de toplam 4.636 kişi öldü. Güney Kore’de ise 1.606. Yoksul ve yoksun Vietnam’da ise, bizim bu günlerdeki günlük ölüm sayımızın yaklaşık yarısı kadar kişi tüm salgın boyunca kaybedildi.
Başka bir ifadeyle Güney Kore’de milyon nüfus başına 31, Çin’de 3, Vietnam’da 0.4 kişi kaybedildi COVID-19 pandemisinden.
Türkiye’de ise 1 Mart 2021 tarihi itibariyle resmi ölüm sayısı 28.638 (milyonda 337). Nüfusa oranlarsak Çin’den 112, Vietnam’dan 843 kat yüksek kaybımız.
“Peki dedim ya Türkiye? / Dedi normal”...
Bindik bir alamete...
Yetmedi: Varyant suşun Türkiye’de ne oranda soruna yol açtığını bilmiyoruz. Ama salgının artış trendinde olduğunu görüyoruz. Öyle ya 18-24 Ocak haftasında ortalama her gün 6.072 kişi hastalanır ve test pozitifliği 3.8 iken; 22-28 Şubat haftasında hasta sayımız günde 9.024’e, pozitiflik oranımız 7.4’e ulaştı. Yani geçen bir aylık sürede vaka sayımız yüzde 49, test pozitiflik oranımız 1.9 katına çıktı.
Aşılama konusunda ise tüm dünyanın sürünerek yol aldığı bir ortamda yürüyebildiğimiz için gurur duyuyoruz kendimizle. Birkaç ay önce “günde 2 milyon aşı yaparız” övünmelerinin yerini ortalama günde 185 bin aşı yapabildiğimiz gerçeği aldı.
1 Mart 2021 tarihi itibariyle iki doz aşısını da olup korumaya ulaşan kişi sayımız sadece 1.8 milyon. İki doz aşısını olmuş kişi oranı açısından dünyanın 15. sırasındayız.
Yani toplumsal bağışıklık ufukta bile gözükmüyor: “Valla gayet normal”...
Adalet ve hakkaniyet
En kötüsü de “gayet normal” biçimde adaletsizliğe ve hakkaniyetsizliğe alıştık.
Dün haklı olarak restoran, kafe, pastane ve çay bahçesi işletmecileri, “Oteller açıkken, parti kongreleri lebalepken biz neden kapalıyız” diye soruyorlardı.
Dün haklı olarak 80 milyon, “Anamı, babamı, kardeşimi, çocuğumu yangından mal kaçırır gibi 20-30 kişi ile toprağa verirken, onlara doğru dürüst bir veda edemezken, neden kimileri miting gibi cenazelerle uğurlanıyor” diyordu.
Pekiyi ya bugün?
İnsan sormaz mı: Çok yüksek riskli iller dışında her yerde maskesiz biçimde restoran, kafe, pastanede bir şeyler yemek serbestken, neden saat 22.00’de burnumu ve ağzımı kapatan bir maske ile sokağa çıkıp bir arkadaşıma gidemiyorum?
İzmir’de güneşli bir pazar günü, saat 14.30’da, ağzımı ve burnumu kapatan bir maske ile Kordon’da yürüyemezken, nasıl oluyor da bir gün sonra, yine aynı kentte, yine aynı saatte, hem de bu kez maskesiz biçimde Kordon’daki bir restorantta yemek yiyebiliyorum?
Çok yüksek riskli iller dışında kafe ve pastane gibi kapalı ortamlarda maskesiz oturmak mümkünken, 65 yaş üstünde olduğum için neden halen ev hapsindeyim?
Tüm bu soru(n)lar, “valla gayet normal” denilip geçilebilecek durumlar değil. Sorulara verdiğimiz yanıtlar önceliklerimizi ortaya koyuyor çünkü.
Bir yıldır, pandeminin bunalttığı insanların özgürlüğünü, sosyalleşmesini, eğitimimi mi önceliyoruz; yoksa dünyada en az nakit kredi desteğinde bulunan[2] ve herkesi kendi kaderi ile başbaşa bırakan bir ülke olarak çarkların dönmesini mi?
Çarklar döndükçe insanlar hastalanıp ölüyor. Açlık mı, hastalık mı ikileminden insanca bir yaşam yeşermiyor...
Sözün sonu
Sözün sonunu bir soruyla getirelim:
Söyler misiniz bana; İstanbul’da, 12 yaşındaki bir öğrenci, sokağa çıkmasına izin verildiği saatlerde aşağıdaki seçeneklerden hangisine gitmesi COVID-19 uygulamalarına göre yasaktır?
a) Restoran
b) Pastane
c) Kafe
d) Çay Bahçesi
e) Okul
Utanmayı unutan bir toplum başına gelecek tüm felaketleri “hak etmiş” demektir.
Tıp doktoru. Sağlık, siyaset ve politika konularında makaleler yazıyor. Tanıklık (2010, Ürün Yayınları), Antep (2011, İletişim Yayınları), Neoliberalizm ve Mahremiyet (2011, Metis Yayınları), Tıp Bu Değil...
Tıp doktoru. Sağlık, siyaset ve politika konularında makaleler yazıyor. Tanıklık (2010, Ürün Yayınları), Antep (2011, İletişim Yayınları), Neoliberalizm ve Mahremiyet (2011, Metis Yayınları), Tıp Bu Değil (2012, İthaki Yayınları), Sağlığın Siyasal Ekonomisi Hekim / Sağlıkçı Emek Tartışmaları (2012, Sorun Yayınları), Tıp Bu Değil 2 (2013, İthaki Yayınları), Kapitalizm Sağlığa Zararlıdır (2013, Hayykitap), Tıp Budur! (2014, İthaki Yayınları), Bilim ve Toplum (2015, Evrensel Basım Yayın), Türkiye’de Sağlık Siyaset Piyasa (2015, Notabene Yayınları) ve Sağlığın Sosyal Hali (2019, Notabene Yayınları) isimli kitapları ya da kitaplarda bölümleri vardır.
Vizontele Tuuba’nın ‘Mahmut Abi’si Mahmut Duran, hayatını kaybetti
“Ben Mahmut Duran değilim, Qîro’yum! Bu ismi küçüklüğümde ailem takmıştı. Çünkü hep isyankârdım, direngendim, mücadeleciydim. Qîro, Kürtçede zift, katran, kara ve direngen demek.”
Yılmaz Erdoğan’ın yönetmenliğini üstlendiği “Vizontele Tuuba” (2004) filminde “Mahmut Abi” karakterine ilham veren devrimci Mahmut Duran, dün (13 Nisan) hayatını kaybetti.
Duran’ın vefat haberini duyuran gazeteci İrfan Aktan, şöyle dedi:
“12 Eylül Diyarbakır zindanının direnişçisi, Hakkâri'nin efsanevi devrimcisi, Vizontele Tuuba filminde ‘Mahmut Abi’ karakterine ilham veren Mahmut Duran'ı, nam-ı diğer Qîro'yu (Kara-Zift) kaybettik.”
Uzun süredir kanser tedavisi gören Duran'ın cenazesi, memleketi Hakkâri'de defnedilecek.
“Diyarbakır Cezaevi’nde yedi yıl kaldım”
Duran, 2005 yılında Express’in “12 Eylül’ün 25. yılı” özel sayısında İrfan Aktan’a verdiği demeçte şöyle demişti:
Ben Mahmut Duran değilim, Qîro’yum! Bu ismi küçüklüğümde ailem takmıştı. Çünkü hep isyankârdım, direngendim, mücadeleciydim. Devrimci anlamda, tuttuğunu koparacak güçteydim. O yüzden de bana Qîro adı verildi. Qîro, Kürtçede zift, katran, kara ve direngen demek. Bir de tenim biraz kara olduğu için bu ismi bana uygun gördüler.
Cunta gelmeden hemen önce, Van’da tutuklandım. 18 gün Edremit karakolunda işkencede kaldım. Ondan sonra beni Hakkâri’ye getirdiler. Buradan da Diyarbakır’a götürüldüm. Diyarbakır Cezaevi’nde yedi yıl kaldım.
Zindandan çıktıktan sonra evime gelemedim ki. Beni alıp askerlik şubesine götürdüler. 17 gün askerlik şubesinde kaldım. İnan ki, yedi yıllık zindan sürecinde yaşadığım acıların iki katını o 17 gün yaşadım… Daha sonra annemler geldi, beni eve getirdiler. Tabii psikoloji bozuk, beden çökük… İnsanlar seni deli olarak görüyor. Çünkü yaşama adapte olamıyorsun. Bilmiyorum yani, insan kendini çok yalnız hissediyor. O psikolojiyi yaşamayan bilmez. Yaşayan da anlatamaz zaten. Yüreğinin bir yanı zindandaki arkadaşlarında kalmış… İşkencesiz çay içmek, yemek yemek bana çok acayip geliyordu.
Akademisyen Özge Öner'e İsveç'ten 'İnsani Çiçeklenme Ödülü’
Ülkenin önde gelen düşünce kuruluşlarından Ratio Enstitüsü'nün verdiği ödüle, ‘insan refahını teşvik eden’ entelektüel çalışmaların sahipleri layık görülüyor.
“Özge Öner, yüksek düzeydeki akademik çalışmalarını toplumsal katılımla birleştirme yeteneği, entelektüel birikimini samimi ve cömert bir biçimde kamusal alana taşımasıyla bu ödülü fazlasıyla hak ediyor.”
Cambridge Üniversitesi Ekonomi Doçenti ve Oksijen yazarı Dr. Özge Öner, İsveç'in saygın düşünce kuruluşlarından Ratio Enstitüsü tarafından verilen "İnsani Çiçeklenme Ödülü"ne layık görüldü.
Ratio Enstitüsü’nün, insan refahını artırmaya yönelik entelektüel katkıları onurlandırmak amacıyla verdiği bu prestijli ödül, bu yıl Öner’e takdim edildi.Ödülü, 2022 yılında bu ödülü ilk kez alan kurumsal iktisat profesörü Niclas Berggren’in elinden alan Öner için Berggren şöyle dedi:
“Özge Öner, yüksek düzeydeki akademik çalışmalarını toplumsal katılımla birleştirme yeteneği, entelektüel birikimini samimi ve cömert bir biçimde kamusal alana taşımasıyla bu ödülü fazlasıyla hak ediyor.”
2008 yılında Marmara Üniversitesi’nden iktisat lisans diplomasıyla mezun olan Öner, yüksek lisans ve doktora eğitimini İsveç’teki Jönköping Uluslararası İşletme Okulu’nda tamamladı. 2014 yılında "Retail Location" başlıklı doktora tezini sundu. Mekânsal iktisat alanındaki bu çalışması, akademik kariyerinin temel taşlarından biri oldu.
Bu alanda Jönköping’de çeşitli akademik kurumlarda görev alan Öner, 2018 yılından bu yana Cambridge Üniversitesi’nde araştırmalarına devam ediyor. Uzun yıllar İsveç’in önde gelen gazetelerinden Svenska Dagbladet’te köşe yazarlığı yapan Öner, Mart 2024’ten bu yana Oksijen gazetesinde yazıyor.