Eski zamanlardan bir vakit. Kürt illerinden birinin ilçesinde bir belediye başkanının dillere destan güzellikte bir kızı yaşarmış. İlçedeki neredeyse bütün erkekler kıza hayranmış. Yaşı kemale erip, evlilik vakti geldiğinde cesaretini toplayan ilçe ahalisinin büyük kısmı kızı istemek için kapılarını çalmaya başlamış.
Amma velakin güzelliğinin farkında olan genç kız ilçedeki sıradan insanlardan herhangi biriyle evlenip kendini heba etmek istemiyormuş. Gelen tüm teklifleri “Ben valiyle evleneceğim” diyerek reddediyormuş. İlçe küçük ama hayaller büyük. Bu durum o kadar kanıksanmış ki ilçede kıza talip olanlar bile “O valiyle evlenecek” diyerek kızı istemekten vazgeçmiş.
Bu ilçenin bir de meşhur bir delisi varmış. Ancak ettiği laflara bakıldığında deli mi yoksa veli mi olduğu pek anlaşılmıyormuş. Yeri geldiğinde bir filozof gibi konuşup insanların kafasını karıştırıyormuş.
Bu filozof deli günlerden bir gün ilçe meydanında yapılan bir düğünde valiyi bekleyen kızla karşılaşmış. Karşısına geçerek, “Sen daha evlenmedin değil? Bekle bekle bakayım o valiyi. E ma burası ilçedir. Vali buraya gelmez ki!” demiş. O can alıcı cümleyi söyleyerek, kızın bütün kumdan kalelerini yıkıp, ayna tutarak gerçeği yüzüne vuruvermiş. Öyle ya, burası ilçeydi, vali buraya niye gelsin ki?
Her şey bir yana ilçede kız dahil olmak üzere neden bu ayrıntı bu delinin dışında kimsenin aklına gelmemişti?
Bu hikaye son zamanlarda demokrasiyi bekleyen insanların olduğu tımarhaneye dönen ülkenin durumunu anımsattı. Dibe vurduğumuz zamanların içinde yaşadığımız halde “umut da umutsuzluk da bulaşıcıdır” tezine inanarak, umudumuzu koruyarak güzel günlerin geleceğine inanıyoruz. Geçenlerde bir duvar yazısında “Olsun, o güzel günler de bizi göremeyecek” diye yazıldığını görünce, teselli mahiyetinde acaba bir de bu taraftan mı bakmak lazım diye düşünmeden edemedim.
Her tarafınızı saran korku imparatorluğunda ettiğiniz en ufak bir lafın sizi linçe maruz bıraktığı, hiçbir şey yapmasanız bile “Bana öyle geldi” denilerek subliminal mesaj verdikleri iddiasıyla cezaevini boylayanların olduğu bir ülkedeyiz. Binlerce insanın “acaba ihraç listesi açıklanmış mı” diyerek, geceyarıları kalkıp tıklanma rekoru kıran resmi gazeteye baktığı bir yerdeyiz.
Zaytung haberi olmasına rağmen; deşarj olmak için toplanan ama saldıracakları HDP binası olmadığı için hevesleri kursağında, enselerini kaşıyarak evlerine dönmek zorunda kalan Yozgatlılar meselesine bile kimsenin şaşırmadığı bir coğrafyadayız. O da bir şey mi, kardan adamın, Noel Babanın bile siyasi şiddetten nasibini aldığı bir ülke burası.
Işık hızıyla değişen gündem sayesinde toplumun topyekûn depresyon ve duygu durum bozukluğu yaşadığı, geceleri sokağa çıkmaya korkar olduğu bir ülke artık burası. Adım başı polis noktalarında güvenlik kontrolü yapıldığı halde Tarantino filmlerini aratmayan gece kulübü saldırısını TV’lerde bilmem neyin strateji ve güvenlik uzmanlarının katilin profesyonelliğini neredeyse hayranlıkla anlattığı bir ülkedeyiz.
IŞİD’in yapmış olduğu vahşi eylemler bariz bir biçimde ortadayken anayasada yer alan laikliğe sığınarak, mahallelerini korumak isteyen gençlerin tutuklandığı bir ülkedeyiz. Saldırılarda ölen sivillerin hangi mertebede değerlendirileceğinin bulunduğu mekana ve ölüm şekline göre ayırt edildiği, yılbaşı kutlarken öldürülen insanların ölümü üzerinden kutuplaşmalar ve sevinçler yaratan insanların olduğu bir yerdeyiz. Muhbirliğe paye biçildiği, herkesin birbirinden korkar olduğu, parmaklarının ucundan çıkanı gözlerinin görmediği trollerin insafına kalmış bir ülke artık burası.
Hayata karşı önümüze tuttuğumuz, delik deşik olup kevgire dönüşmüş binlerce kalkanımızın arkasından kan revan içindeki bedenlerimizle halen karanlığın ardındaki ışığa doğru bakmaktan ve umudumuzu korumaktan vazgeçmiyoruz. Sadece insanları değil umudu da öldüren bu hengamede ağzımızdaki paslı tükürüğü geleceğe fırlatıp yine de “O demokrasi bu ülkeye gelecek!” diyoruz.
Oysa ki bu kocaman tımarhanede bir tane deli de çıkıp demiyor ki “ E ma burası Türkiye demokrasi buraya gelmez ki!” (BD/YY)