Mehmet Veysi Boran’ı öncelikle çok iyi bir okuyucu olarak tanıdım.
Geçiciliğin ve yüzeyselliğin muhteşem kanatları altında yaşamaya çalıştığımız bir dönemde kitap okumak, sahiden de büyük mücadele istiyor. Bugün kitap okumak, yazmaktan daha zor bir meseleye dönmüş! Kitap okuma olayı artık cezbedici ya da takdir gören bir doğa olayı değil. Dün elinde kitapla dolaşmak daha normal bir hal iken bugün ‘havalı’ bir garipseme ile karşılanıyor. Kitap okumanın yerini kitaba sahip olmanın önem kazandığı bir akıl tutulması çağındayız. Kitap okumak yerine o kitapla poz vermenin daha makbul olduğu, kitabın ne dediği ne anlattığı değil ama onu göstermenin gerçek bir karşılık bulduğu bir zaman diliminde olduğumuzu kabul edelim. Bir derinliğe bir kavrayışa değil, bir fikre bir odağa değil meta olarak varlık halinin her şeyi karşıladığı bu ahir zamanda okumak zor meseledir.
Murakami, okumayı hele de iyi bir okumayı yaratıcılığın temel kaynaklarından biri olarak görmüş, Stephen King okuma ve yazma arasında çokça bağlantı kurup okuyun diye yalvarmış, Virginia Woolf okumanın yazma üzerindeki etkisine kafa patlamış olması bir işe yaramaz. Geç kardeşim bunları… Kitap ile bir fotoğrafın var mı? Var… Yeterlidir…
O halde bilgiye erişimin ‘demokratikleşmesiyle’ birlikte kitap okumanın zorunlu bir aktivite olmaktan çıktığını savunan Bauman haklıdır. Malum akışkan modernitede, her şeyin hızla değiştiği ve tüketildiği bir ortamda yaşıyoruz. Bu durum, insanların dikkat sürelerinin kısalması ve derinlemesine düşünmeye hele de kitaptan uzaklaşıp daha az zaman ayırmasıyla paralel.
Veysi’nin aklında yazmak var mıydı ya da ne zaman tam olarak yeşermeye başladı bilmiyorum, belki kendisine sakladığı karalamaları vardı. Çünkü esas meselesi okumak ve onları not almakla ilgiliydi. Kitap okumayı bir ritüele ve oradan da not tutma dünyasının azap dolu yollarına bulaşmanın çilesini ancak çeken bilir. Bu azabın totalde Veysi’de yazılı bir yüzleşmeye dönüşmesi çok iyi olmuş.
Vadi
Yazılan bir kitaba dair önce kitap okuma ile başladım, çünkü beni ilgilendiren en mühim kısmı bu. Bunu ifade etmemin nedeni, Veysi Boran’ın yeni yayımlanan “İki Meltem Arasında” (Everest Yayınları, 2024) kitabının her bir cümlesinin uzun bir seansa ve okuma arka planına sahip olması. Bu kitap ilk çalışması, ilk romanı. Konusunu da kısaca belirtmek gerekirse, hastalığı nedeniyle evden uzaklaşıp vadi içinde yer alan köyüne giden karakterimizin, yüzyılı bulan bir aile serencamı içinde bize bazı fragmanlar üzerinden birkaç kuşağın değişen, dönüşen ama bir o kadar da değişip dönüşmeyen halinin projeksiyonunu sunuyor. Dünün sürgünleri bugünün sürgünleri ile kesişirken, dünün kavgaları yerini daha spesifik kavgalara bırakmıştır.
Sayfaları çevirdikçe daha iyi anlıyoruz ki vadi, duyma problemi yaşayan ana karakterin içindeki dünyadır. Batman-Mardin hattını mesken tutan roman, sadece bir aile hikâyesi değil elbette.
Kitabı taslak iken de okuma şansım oldu. Çıktıktan sonra da okudum. Herhangi bir fikrim değişmedi, kitaba dair en son diyeceğimi en başta ifade etmek beis yok: Sahici ve sıkı edebiyat okurları için bir şölen…
“İki Meltem Arasında” elbette bol aksiyon, üç sayfada bir Netflix tadında entrika, Hint dizisi aşkınlığında şaşırma vadetmiyor. Tersine; hızlanırken yavaşlayan, koşarken duran, yüzeyi bırakıp derine gitmeyi öneriyor. Kitabın ana karakterinin gittikçe sağırlaşan kulağının gösterdiği/yaşadığı üzere sessizliği kovalayan, baş döndürücü hareketliliği reddeden ve kendine dönüşü öneren bir metin.
Kitabın anlattığı hikâyeden bağımsız bence en güçlü yönü ‘edebiyat’ yapıyor olması. 112 sayfalık romanda herhangi bir karaktere dair derin analiz yoktur ama karakter vardır. Dil şiirsel ve romantiktir. Uzun cümlelerden oluşur ama akıcıdır, rahatsız etmez. Tam tersine cümleleri kendiniz böler ve sindirirsiniz. Tasvir yoğunluğu, derdini anlatma telaşı ile yakanıza yapışır ama ondan kaçmıyorsunuz. Gerçekçi bir dünya tasviri içinde hakiki bir iç sesleniş bize eşlik eder. Bu sesleniş yoğunca psikolojik tahlil içeriyor.
Meltemi her zaman hissedeceğiz
Cümleler son derece estetiktir ve bu estetizm sizi derin bir alana sürükler, düşünmeye sevk eder. Kelimelere doyarsınız. Felsefi temelde Ayhan Geçgin eserlerine yakın durma hissi veren, temelde varoluşçu ama derdi toplumsal düzlem olan bir akış hâkim metnin ruhuna. Kendini arayan, çevrenin baskısına ve bu baskının kökenlerine anlam veren, bir o kadar da kaçan karakterimizin esas derdi içsel bir özgürlük arayışıdır. Yine her bölüm boyunca rafine edilmiş, şiirsel nitelik kazandırılmış onlarca cümle vaat ediliyor okuyucuya. Bu bir yoğunlaşma halidir, aynı zamanda yoğunlaşmaya da davet. Okuyanı hızlanmaya değil, yavaşlamaya çağrı. Yazarın mekân olarak kullandığı vadi boyunca esen meltem yaz-kış vardır. O halde meltemi her zaman hissedeceğiz, acele etmeye gerek yok, der gibidir Veysi.
Kitap boyunca duyduğumuz ve hikâyenin ileri geri sararak aktığı vadi, dikkatle bakıldığında bu ülkenin bir prototipidir. Bu vadi, yan yana yaşayabilecek olanların birbirini ötelediği, dayanışma gösterebilecekken ısrarla kovduğu bir topos. Yaşamın ikililikler-karşıtlar üzerinden üretildiği, iyi ve güzel olana daha az bakıldığı bir vadi. Kimsenin birbirini duymaya, anlamaya vakit ayır(a)madığı bir vadi. Bugün gibi, ülke gibi…
Sevgi ve nefretin görünümü
Kitaptan bir pasajla aktarmak gerekirse “Ancak vadideki hayat bundan ibaret değildi. Farklı siyasi parti çalışmaları, kan davaları, husumetler… Vadi ikiye bölünmüştü. Mahallelerimiz, okullarımız, bakkallarımız, gidip gitmediklerimiz, sevip sevmediklerimiz ayrıydı. Herkes kendinden olana selam verir, gerisini yok sayardı. Kahvehaneler, cenazeler, taziyeler ayrıydı. Bizler ve ötekiler vardı.”
Bu topos düşman ve dostun, Huri ve Pamuk gibiler şahsında sevgi ve nefretin görünüm kazandığı bir alan. Siyasi hali sürgüne, sonrası çıkar kavgalarına, nihai hali ise bölüşüm derdine uzanan bir vadi. Veysi bir vadinin başına yüzyıl öncesini alıyor, vadinin sonuna geldiğinde güncele varıyor. Tüm bu yolculuk karakterimizin kulağında dehşetengiz bir uğultu, geceleri karabasan, ruhunda sızı, kalbinde ağrı yapıyor. Biz de sonuna kadar hissediyoruz. Çünkü inandırıcı, samimi.
Vadinin boşluk bıraktığı her yer, anıların dolduğu konak şahsında bir yuva arayışına, adeta geçmişin ve şimdinin hatıralarına saygı mahiyetinde bir kaleye dönüşüyor. Boran bizi bile bile vadiye sokuyor. Çünkü iç sıkıntısı sadece ailesel değil, aynı zamanda bir birey olarak gördüğü toplumsal olay ve olgular karşısında bir dertleşme. Bir çeşit geçmiş ve geleceği kurtarma girişimi! Baştan sonra metinde ‘bağıran’ bir ses duyarsınız. Gerçekten de bağırıyor. İçten, sessiz, naif bir bağırış…
“Her şey beklemeyi öğrenir”
Kitap, belli ki yazarın hayatından kesitler sunuyor. Mezar taşınan kazınan “Her şey beklemeyi öğrenir” misali, kendisi de beklemiş, bekletmiş. Bu yönüyle de okuru dışarıda tutan bir yüzleşme ve restleşme de yaşanıyor. Günün sonunda yazarın kendi muhasebesinden bağımsız, iyi ki cesaret etmiş yazmaya diyorum. Okurken de hissedileceği gibi, kelimeleri içinden kovarcasına dökmüş. Bu zenginlik, başta belirttiğim iyi bir okur olmakla yakından ilintili ve ciddi anlamda okuyucuyu tetikleyen bir etkileşim.
Sadece okumak iptilâ değil, yazmak da öyle.
“İki Meltem Arasında” hem yazana hem okura bir sorumluluk yüklüyor. Şöyle ki, okur bunun takibini yapacak, Veysi de bu metni aşan yeni bir yaratım sürecine girecek. Karşılıklı doğal bir beklenti. Metin okuyucudan sabır istiyor. “Müziğin kapatıldığı’ ana kadar sabreden okur da ruhsal bir doygunluğa varıyor. En azından varacağını düşünüyorum.
Kelimeler, tasvir ve tahliller arasında sizi yormayacak bir kitabın, ruhunuza iyi geleceğini umuyorum. 1968 tarihli bir mektubun satır aralarına işlenmiş “Okuyan, düşünen, kalplerinde çiçek büyüten arkadaşlarımız var neyse ki. Aydınlık yüzlerinde her an umudu, sevgi, inanç ve aşkı gördüğümüz dostlarımız” sözlerinin de ifade ettiği üzere; okuyan, düşünen, sancılanan ve yazarak bir iletişim kurma çabasına giren yazar Veysi Boran’ı bu güzel metin için tebrik etmek gerek… (ÖA/TY)