Bazen renkli bir çanta, bazen ojeli tırnaklar, bazen çenedeki bir tüy.
Türkiye’de LGBTİ+ olmak, çoğu zaman hem görünmezliğe hem de hedef olmaya mahkûm bir varoluş biçimi. Devlet politikaları, medyanın dili ve sokaktaki gündelik şiddet nedeniyle bu kimliğe sahip insanlar hayatlarını sürekli savunmak zorunda kalıyor. Ait olduğun bedene ya da taktığın rozete göre fişlenebildiğin, yalnızca var olduğun için sorgulanabildiğin bir coğrafyada, her görünürlük aynı zamanda bir risk.
Yine de her yıl tüm yasaklara, tehditlere ve polis ablukasına rağmen, LGBTİ+’lar bir çatlak buluyor ve birbirlerine ulaşıyorlar. Çünkü bu ülkede bazen en radikal eylem, hâlâ hayatta kalabildiğini göstermek.
İstanbul’daki 11. Trans Onur Yürüyüşü kapsamında 22 Haziran’da Kadıköy’de bir araya gelen trans+ aktivistlere polis sert bir şekilde müdahale etti. Acıbadem sokaklarında toplanan grubu abluka altına alan polis, darbederek 46 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alınanlardan 39'u, geceyi Vatan Caddesi'ndeki İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde geçirdi. Gözaltılar, 23 Haziran’da serbest bırakıldı. Beş kişi hakkında, yurt dışına çıkış yasağı ve karakolda imza verme şartıyla adli kontrol kararı verildi.
“LGBTİ grubunu sembolize eden renkler”
Yürüyüş günü yaşanan hukuksuzluklar ise arşa çıktı. Sabah saatlerinde henüz yürüyüş başlamadan, üç aktivist Kadıköy sokaklarında “Genel Bilgi Toplama” (GBT) gerekçesiyle gözaltına alındı. Aktivistlerden uzun süre haber alınamadı. 11. Trans Onur Haftası Komitesi, süreci şöyle duyurdu: “Arkadaşlarımız hakkında saatlerce bilgi alamadık, yani arkadaşlarımız geçici olarak zorla kaybedildi.” Gözaltılar, yürüyüş ve öncesiyle sınırlı kalmadı. Yürüyüş sonrası Rasimpaşa Mahallesi’ne akın eden polis, burada da “gözüne kestirdiği” 11 kişiyi gözaltına aldı ve tüm mahalleyi çevreledi.
Beyoğlu’nda ise başka “garip” bir süreç yaşandı. Galata Köprüsü’ndeki devriye polisleri “LGBTİ grubunu sembolize eden renkleri giydikleri için” şüpheli gördüğü insanları durdurdu ve yürüyüşle ilgisi olmayan dört kişiyi fiili gözaltına aldı. Böylece, dümdüz, sokakta yürüyen biri turist dört kişi de geceyi nezarethanede geçirdi.
Yani polis o gün, kendi ifadesiyle de, tipine göre, saçına-kaşına göre, ojesine göre, kıyafetine göre, bazen elinde bir karar bile olmadığı hâlde, insanları gözaltına aldı.
Gözaltına alınanlar arasındaki üç çocuk, gece saatlerinde serbest bırakıldı. Başta avukatlar olmak üzere, aktivistlerin yakınları ve gazeteciler, gözaltına alınanlardan saatlerce haber alamadı. Sabah saatlerinde aktivistlerin sevk edileceği adliye hâlâ belirsizken, hastane kontrollerine ters kelepçeli hâlde getirildikleri duyuruldu. Ters kelepçe uygulaması, hem ulusal hem de uluslararası hukuk açısından işkence ve kötü muamele yasağının ihlali olarak kabul ediliyor. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) 2018-2021 yıllarını kapsayan çalışmasına göre, bu uygulama ciddi fiziksel ve psikolojik zararlara neden oluyor; omuz, el bileği, sinir sistemi hasarları ile ruhsal travmalara yol açıyor. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 93. maddesi, kelepçeyi yalnızca zorunlu hâllerde mümkün kılarken, istikrarlı Anayasa Mahkemesi (AYM) kararları da ters kelepçeyi açıkça işkence yasağının ihlâli sayıyor. Ancak herhangi bir yasal dayanağı bulunmayan bu uygulama, sistematik bir hak ihlâli haline gelmiş durumda.
Ters kelepçe uygulamasından önce gözaltı sürecinde de önemli hak ihlalleri yaşandı: Aktivistlere saatlerce ne su ne de yemek verildi. İfade işlemleri sırasında çoğu transfobik söylemlerle karşılaştı, özel hayatlarına dair mahremiyet ihlâli niteliğindeki ayrıntılı soruları yanıtlamaya zorlandı. Savcılık talimatıyla bir aktivistin telefonuna gerekçesi belirtilmeden el konuldu, aktivistin dijital güvenlik hakkı açıkça ihlâl edildi.

“Sırrı Süreyya Önder burada” mı?
Aktivistlere, ifadelerinde SORULDU: “Toplantı ve gösteri yürüyüşleri yapılan alanda ‘Seni; öpmenin direnişinden, aşkın devriminden seviyorum, Sen kavgamın içinden bir insansın sevgilim, seni seviyorum’, ‘Bu benim kimliğim senin ideololojik aygıtın değil’, ‘LGBTİ+ ile değil saray ile mücadele yılı’, ‘Sırrı Süreyya Önder burada’, ‘Kapitalizmin nesnesi değil devrimin öznesi’, ‘Hepimiz özgür olmadıkça hiçbirimizin onuru gerçek değildir’, ‘I’m not here to fit into your world, I’m here to fight for mine’ ibareleri bulunan pankart ve dövizlerin olduğu tespit edilmiştir. Bu pankart ve dövizleri taşıdınız mı veya eylemci grup içerisinde bulundunuz mu?”
Yani aktivistlere şarkı sözleri ve şiirler, herhangi bir şiddet ya da suç çağrısı içermeyen ifadeler soruldu. Düşünce ve ifade özgürlüğünü doğrudan hedef alan sorulara konu olan pankart ve dövizlerin içeriği, bir tür delil gibi kullanıldı. Devletin, Kürt sorununda çözüm tartışmalarında resmî muhatap gördüğü ve 3 Mayıs 2025’te aramızdan ayrılan Sırrı Süreyya Önder’i aktivistlerin anması, suç unsuru gibi sunuldu. Herhangi bir suç ile uzaktan yakından alakası olmayan bu sorulardan sonra hak savunucuları birer birer Kartal Adliyesi’den serbest bırakılmaya başlandı. Gözaltıların akıbetini takip etmek için gittiğim adliye, şaşırtıcı olmayan bir şekilde polis ablukasındaydı. Adliyede “normal işi” olanların dahi kimliklerine dikkatlice bakılıyor ve polis yine “tipe göre” kimin içeri alınıp alınmayacağına karar veriyordu. Keza polis, tüm süreç boyunca tehditkâr tavrını sürdürdü: “Alkış yok, slogan yok, bayrak yok”, “Bakın, hepinizi tekrar gözaltına alırız!”. Basın açıklamasına da elbette izin verilmedi.

Belki de sonuç
Kolluk güçlerinin kimlik, kıyafet ya da pankart üzerinden “seçici” müdahalelerde bulunması, tabii ki en çok LGBTİ+’ların ve onlarla dayanışanların kamusal görünürlüğünü, cesaretini kırmayı amaçlıyor.
Yani mesele sadece gözaltılar değil, kimsenin yürüyemediği yerlerde yürüyebilen LGBTİ+’ların sokakta yürüme cesaretini kırmak, ses çıkaranları yalnızlaştırmak ve direnişi kriminalize etmek. Ancak 29 Haziran Pazar günü, 33. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası kapsamında bu kez de geleneksel Onur Yürüyüşü gerçekleştirilecek. LGBTİ+’lar, tüm kenti saran polis ablukasına rağmen, büyük ihtimalle yine İstanbul’un dört bir yanından çıkıp birbirlerini bulacak —olası gözaltılara ve belki de daha ağır müdahalelere rağmen.
Geçtiğimiz günlerde okuduğum “Dağlardan Duyur Onu” kitabında ABD’li siyah, eşcinsel yazar ve aktivist James Baldwin şöyle diyordu: “Gözlerini sabaha açtı ve onların sabah ışığında kendisi için sevindiklerini gördü. Karanlıkta hissettiği titreme onların neşeli ayaklarının yankısıydı –o kana bulanmış, pek çok nehirde yıkanmış ayakların–, kanlı yolda sonsuza kadar yürüyorlardı, hiçbir şehirde kalmadılar ama hep arıyorlardı: Zaman dışı bir şehri, ellerin kurmadığı ama göklerde sonsuza kadar kalacak bir şehri. Hiçbir güç bu orduyu durdurmaz, hiçbir su dağıtamaz, hiçbir yangın yutamazdı. Bir gün toprağı yukarı doğru kabarmaya zorlayacak ve bekleyen ölüleri teslim edeceklerdi. Karanlığın biriktiği, aslanın beklediği, ateşin harlandığı ve kanın aktığı yerde ilahi söylediler: Ruhum, tedirgin olma! Vadide sonsuza kadar yürüdüler; kayalara vurdular bıkıp usanmadan; ve ucu bucağı olmayan çölde sürekli sular fışkırdı.”
Sanırım, bugün Türkiye’deki LGBTİ+’lar için yasaklara, ablukalara ve tehditlere rağmen sokakta olmak hâlâ en yüksek sesle söylenen ilahi. O yüzden, ruhlarını tedirgin eden hâle hep birlikte el verelim. (TY)








