Bir ilişkinin nasıl olmaması gerektiğinden sıklıkla bahsediyoruz. Nelerin ilişkiyi tükettiği, nelerin içinden çıkılmaz hale getirdiği gündemimizden düşmüyor. Hatta tüm bu sorular bazen o kadar çok enerjimizi çalıyor ki yeni bir deneyime adım atmayı bile engelliyor. Fakat sağlam, yıllara direnen, canlılığını koruyan ilişkiler de var. İşte bu ilişkilerin çarpıcı bir örneğinden bahsedeceğim.
Yani bu kez ‘neden olmuyor’dan ziyade ‘nasıl oluyor’ üzerine bir yazı için oturdum masamın başına.
Beni bu yazıya itense yakın zamanda okuduğum Yapı Kredi Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan “Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik” kitabı oldu. Kitap psikanalist ve yazar Julia Kristeva ile yazar Philippe Sollers’in birlikteliklerini anlattıkları konuşmalardan oluşuyor. Aşk deneyimini ve katman katman derinleşen sevgiyi, merakın devamlılığını ve birbirlerine gerçek ilgiyi; açık ve samimi bir biçimde -idealize etmeden- anlattıkları bu söyleşiler ‘sağlıklı’ ilişkiye dair bize çok fazla şey söylüyor.
Julia Kristeva’nın önsözünde ilişkiyi yaşayış tarzlarıyla ilgili şöyle bir tanım var: “İki bedenin birbirinde eriyip tek beden olması gibi olmayacak bir hayale kapılmadan ve ‘farklılığı birlikte yaşamak’ gibi fazla idealize edilmiş ve tedavülden kalkmış mutlu bir çözüm önermeden…”
Evliliğe gerçekçi ve dengeli bakışı bu cümlelerle özetlediğini söyleyebiliriz. Çiftin söyleşiler boyunca bize anlattıkları esas mesele, ‘yaratıcı, özgürleştiren ilişki’ diye bir şeyin mümkün olduğu. Birbirlerinin yaratıcılığını ve yaşamda doyum sağlayarak var olma kapasitelerini nasıl desteklediklerini okuyoruz. Bu aslında ‘bir olmak’ gibi bir çabaya girmek yerine ‘yan yana olma’yı benimsemekten geçiyor. Kişilerin birbiri üzerinde hakimiyet kurmaya gerek duymadıkları olgun bir ilişki; diğerini kendi içinde eritmeyen, onu ele geçirmek yerine merak etmeye odaklanan güven bağlarıyla örülüyor.
Güven deyice akla ilk gelen sadakat oluyor değil mi? Evet romantik ilişkilerin en büyük sorunu sadakatsizliğe dair de oldukça çarpıcı açıklamalarda bulunuyorlar. Philippe Sollers gerçek sadakatsizliğin çiftin ilişkisinin sertleşmesinde, ağırlaşmasında, ciddiyetin hınca dönüşmesinde olduğunu ifade ederken bunun her şeyden önce zihinsel bir ihanet de olduğunu söylüyor. “Çocuk olmaktan çıktığınızda sadakatsiz oluyorsunuz. Gerisinin –buluşmalar, tutkular- benim gözümde fazla bir önemi yok” diyor. Sadakatsizliğin sistemli olarak cinsellik sorununa indirgenmesini dayanılmaz bulduğunu ifade ediyor. Kristeva da psikanalitik bir yaklaşımla aşk deneyimlerimizde anne baba imgelerimizin çeşitlemelerini (baskıcı-otoriter-seven vs) aradığımızı dile getiriyor. “Bunlar sadakatin psişik gereksinimleridir. İnsan bu dayanak noktalarına, bu istikrar unsurlarına sahip olduğunda, duyumsal ya da cinsel ilişkisinde kendine daha fazla özgürlük tanıyabilir ve arzularını serbest bırakır” diyor. Sadakati dar sınırlardan çıkartıp geniş bir düzleme çekiyor.
Her ikisi de sadakatsizliğe bakışlarını sadece cinsellik üzerinden değil ilişkinin yapısı üzerinden tanımlıyorlar böylelikle. Sanıyorum bu, ilişkiyi tek boyutlu görmemekle alakalı. Duygusal ya da cinsel bir doyumdan ibaret olmayan daha yüksek bir yapı tarif ediyorlar. Ki böyle olunca da sadakatsizlik bildiğimiz anlamından çıkıp başka bir şekle, öldürücü olmayan bir hale bürünüyor.
Kendi içsel deneyimlerini ve ötekini sevmeye dair düşüncelerini anlattıkları bölümlerde de önemli tespitlerde bulunuyorlar. Ötekini sevmenin ‘kendinin ve ötekinin yabancılığını kabul etmeyi’ ve onun gelişip serpilmesine imkan sağlamayı gerektirdiğini, ‘tek bir tarafın narsisizminin esiri olup sözde bir kaynaşma içinde ötekini yutmak’ manasına gelmediğini anlatıyorlar. Evliliği kendilerini aşma kapasitelerine hizmet eden bir birlikteliğe dönüştürmenin, bunu sanatla, felsefeyle ve edebiyatla desteklemenin nasıl mümkün olduğunu okuyoruz.
Tüm bu zengin deneyim, psikanalitik söylem ve felsefi düşünme tarzı karşısında ’biz’ olabilmenin ‘ben’in dikenli yollarından geçtiğini, benle kurulan derin ilişkinin bizi güçlendirdiğini anlıyorum. Kendimi unutmak için diğeriyle ‘bir’leşmek istiyorsam ya da tam tersi onu kendimle boğuyorsam hem kendimi hem de diğerini yok etmeyi de göze alıyorum demektir. Oysa görüyoruz ki derin ve uzun soluklu bir ilişki yok etmeyi değil yaşatmayı ilke edinir.
Evlilikten veya uzun süreli ilişkilerden fazlaca çekinenlere kitabın göze sokarcasına hatırlattığı şey; bu geleneksel yapının aslında kendiliğinden ortaya çıkmadığı ve evliliğin/ilişkinin de biz nasıl yapılandırıyorsak öyle şekillendiği. Dolayısıyla kendi yarattığımız kabuslardan uyanmak ya da güzel rüyalara alan açmak için bir adım olabilir. Alışılagelmişin dışına bir göz atmak isteyenlere tavsiye edilir. (BK/EKN)
* “Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik”, Philippe Sollers , Julia Kristeva; Çeviren: Aysel Bora; Yapı Kredi Yayınları, 2018