Memleketin yoğun savaş gündemi arasında fark etmeye fırsat bulabilirseniz, bugünlerde gazetelere unutulmuşlukla malul bir savaşa dair küçük haberlerin yansıdığını göreceksiniz.
Bir elektronik firmasının Kore Savaşı gazilerinin torunlarına sağladığı burs duyurusuna dair ilan gazetelerde yerini almışken [1], Başbakan Erdoğan da haftasonunda İstanbul ve Güney Kore'nin Gyeongju şehri arasında kültür bağı oluşturmak amacıyla düzenlenen İstanbul-Gyeongju Dünya Kültür Exposu 2013'ün açılış törenindeki konuşmasında bu ülkeyle ilişkimizi şu sözlerle özetliyordu:
“Göktürkler döneminde başlayan ilişkilerimiz, Kore Savaşı ile yeni bir aşamaya geçti. Kore Savaşı, cephede kader birliği yapan Türk ve Kore halkları arasında, coğrafi mesafeyi ortadan kaldıran kalıcı kardeşlik bağları kurdu.”
20. yüzyılın tam ortasında gerçekleşen bir savaş öncesindeki ikili ilişkilerimizin izini ancak Göktürkler’de bulabildiğimiz bir ülkedeki savaşa asker gönderme kararı, bu kararın meşrulaştırılmasından bu “uzak savaş”ın toplumsal hayattaki yansımalarına kadar üzerinde durulması gereken birçok nokta barındırıyor.
Oysa Türkiye’nin dünya kupasından kültür fuarına Güney Kore ile her temasında koyulduğu raftan çıkarılıp hatırlatılan Kore Savaşı, hem toplumsal belleğimizin hem de akademik ya da akademik olmayan yazının “unutulan savaşı”dır.
Türkiye’nin toprakları dışına ilk kez asker gönderme kararı aldığı bu savaş, toplumsal belleğimizde öncelikle uluslararası ilişkileri insansızlaştırıp katılaştıran bir anlayışın somut ifadesi olan “Türkiye’nin NATO’ya üye olabilmek için asker gönderdiği savaş” olarak hatırlanır.
Bundan başka, daha aşağıdan bir tarih anlatısı olmayı denediğini varsayabileceğimiz yaklaşımlarda ise “Türk askerinin kahramanlığı” ve “Kore halkına yapılan yardım” temaları işlenir. Bu anlatıların bugüne taşıyabildiği ise ya “Güney Kore halkının Türkiye’ye duyduğu minnet” ya da Kore gazilerine vefasızlık vurgusudur.
Aşağıdan tarih denemesi olsalar da bu görüşler temelde milliyetçi ve militarist söylemin yeniden üretilmesini sağlayan bir resim çizer; kahramanlık-fedakârlık-vefasızlık ekseninde kaldığı müddetçe de savaşı tarihsel ve siyasal anlamından soyutlar, bir bakıma depolitize eder.
“Savaşın sürdüğü yıllarda toplumda yarattığı etki nedir? Toplumsal kesimlerin savaşa karşılama biçimi nasıl olmuştur ve savaşın toplumsal hayatta getirdiği değişimler neler olmuştur?” gibi sorular sorulmadığı müddetçe Kore Savaşı ve Türkiye’ye yansıması hakkında bildiklerimiz genellikle birkaç kalıplaşmış cümleye tekabül edecektir.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan ve Mehmet Ali Tuğtan tarafından derlenen “Kore Savaşı Uzak Savaşın Askerliği” başlıklı kitap Kore Savaşı’nı böyle bir tarihselleştirmenin içine yerleştirmeye çalışıyor.[2] Kore Savaşı’na dair akademik yazındaki boşluğun doldurulmasına katkı sağlayan bu derlemeyi tarih yazımı açısından değerli kılan birkaç noktanın altını çizmek gerekiyor.
Derlemede Kore’ye asker gönderme kararı, NATO’ya üyelik, muharebelerin gelişimi ve askeri tarihler gibi başlıklar kapsam dışında bırakılmadan ancak alternatif bir resmi tarih kıyaslaması ile birlikte ve eleştirel bir yaklaşımla ele alınmış.
Bununla beraber, savaşın tarihini yalnızca yukarıdan, komuta kademesinin kararları, diplomatik manevralar, çatışmaların seyri veya askeri donanımlar üzerinden değil, savaşanların yani askerlerin bu savaşı nasıl deneyimledikleri üzerinden anlatıyor.
Derleme bunu daha önce dem vurduğumuz üstün kahramanlık veya fedakârlık anlatıları etrafında milliyetçi dogmaları pekiştiren bir yere konumlandırmadan yapmayı başarabiliyor.
Bunu sağladığı nokta ise bu anlatıları yalnızca kendi içinde değerlendirmeyip, savaşın toplumsal düzeyde yarattığı sonuçları, iktidarın toplum katında savaşın meşruiyetini sağlamak ve sürdürebilmek için başvurduğu yolları da bütünlüklü bir şekilde ele almaya çalışması. Kısacası, Kore Savaşı Uzak Savaşın Askerleri kitabını önemli kılan, bu deneyimleri bir toplumsallığın içine yerleştirmesi.
Peki toplumsal belleğimizde bıraktığı silik izi belirginleştirmeye çalışan Kore Savaşı’na dair böylesi bir tarih anlatısı neden önemli? Türkiye’nin Kore Savaşı’na dahlini toplumsal izdüşümüyle birlikte düşünmek bize ne sağlayabilir?
“Türkiye’nin NATO’ya üyeliğini sağlayan savaş” tanımlaması tarihsel gerçekliği yansıttığı şüphesiz olsa da; yalnızca bir askeri pakta dâhil olmayı hatta daha geniş anlamıyla Batı Bloğu’na aidiyeti kapsayarak dâhi anlaşıldığında aslında yetersiz kalır.
Türkiye’nin Kore Savaşı’na ve NATO’ya katılımı ana hatları giderek netleşen Soğuk Savaş içerisinde yerini belirlediği bir sürece işaret ediyordu. Burada bir askeri pakta üyeliğin ötesine geçip, sürece vurgu yapmak önem taşıyor zira bu tam da Soğuk Savaş sırasında giderek derinleşecek olan Türk-İslam sentezi ve militarizmin toplumsal indoktrinasyon süreci ile örtüşmekte.
Elimizdeki derleme savaşın sürdüğü yıllarda gazete ve radyo yayınlarından ilkokullarda mektup yazma seferberliğine kadar bu indoktrinasyon sürecinin nasıl işlediğini irdeliyor, Kore Savaşı’na katılma kararı etrafında yaratılan algının bugüne bıraktığı mirası anlamaya çalışıyor.
Kore gibi coğrafi ve kültürel olarak bilinmeyen bir ülkeye neden asker gönderildiği sorusu, kaçınılmaz olarak Soğuk Savaş atmosferinin içine yerleşir. Derlemeye katkıda bulunan farklı akademisyenler, Demokrat Parti iktidarının bu soruyu siyasi söylem ve propaganda yoluyla yaratılan anti-komünist hava ve “Allahsız komünistlere” karşı yapılan mücadelenin kutsallaştırılması ile meşrulaştırıldığına dikkat çekiyor.
Düşmanın neden düşman olduğunu sağlamlaştıran bu algı yaratımı elbette ki dostun kim olduğunu işaret etmeyi de elden bırakmıyor. Kitabın yazarlarından Nur Cangül Örnek, makalesinde Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından Kore Savaşı etrafında yaratılan söylemin radyo veya gazete yayınları vesilesiyle Türkiye’de halkın ABD’yi daha fazla tanıması ve benimsemesi için bir fırsat olarak görüldüğüne işaret ediyor.
Çağdaş Üngör dost ve düşman algısının yalnızca ABD ve Sovyet ve Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) ile sınırlı kalmadığını, Kore Savaşı etrafında şekillenen söylemin Türkiye’nin Doğu Asya ülkelerine dair bugüne dek yansıyan algılarını da biçimlendirdiğini savunuyor.
Çin’i “kızıl düşman”, stratejik müttefik olan Japonya ve Güney Kore’yi ise olumlu tasvir eden algının Soğuk Savaş sırasında yapılan siyasi tercih eksininde tarihsel olarak nasıl geliştiğini Kore Savaşı etrafında geliştirilen söylemden takip edebiliyoruz.
Gencer Özcan’ın makalesinden ise okulun makbul yurttaş yetiştirmenin ve toplumsal seferberliğin sağlandığı bir mekâna nasıl dönüştüğünü, Kore’deki askerlere mektup yazmaları istenen ilkokul ve ortaokul çağındaki öğrencilerin mektuplarından takip edebiliyoruz.
Kamusal alanlarda sergilenmeleriyle savaş kararının geniş toplumsal kesimlere benimsetilmesi işlevini de gören bu mektup seferberliğinde, öğrencilerin kendilerini başka uluslarda özellikleri bulunmayan üstün ve yenilmez bir ırkın mensupları olarak algıladıkları, Kore Savaşı’nı ve oradaki askerleri bu üstün özellikleri sergileme fırsatı yarattıkları için olumladıkları görüldüğünde mektupları milliyetçi ve eril eğitimin yansıması olarak değerlendirmek mümkün.
Derlemenin tüm bu noktalarda geliştirdiği eleştirel yaklaşımı bir adım öteye taşımakta beri kaldığı alanın ise, tarih yazımında barış hareketlerinin görünmez kılınması hatasını tekrar etmesi olduğu söylenebilir.
Somut bir siyasal kazanıma dönüşmüş olmasa da; Kore Savaşı’na asker gönderilmesi etrafında gelişen tepkiler, Barışseverler Derneği gibi oluşumlar Türkiye’de savaş karşıtı hareketin tarihselliği içerisinde önemli bir yere oturuyor. Kore Savaşı özelinde bu girişimlerin etkisine olduğundan fazla bir başarı ve kitlesellik atfetmek tarihi yeniden yazmak olacaktır.
Ancak siyasal iktidarların savaş karşıtı hareketleri marjinilize etmekte başvurduğu söylemlerdeki süreklilik ve şaşırtıcı benzerlik düşünüldüğünde, barış hareketlerini de tarihselleştirmek, dem vurduğumuz “görünmez kılınmayı” aşmak için bir başlangıç noktası olabilir.
Kore’ye asker göndermekten Suriye’ye müdahaleye
Kore Savaşı veya Türkiye’nin yakın tarihindeki başka savaşların yükünü, yalnızca savaşa katılan askerler açısından değil toplumsal olarak nasıl bir maddi gerçekliğe tekabül ettiğini bilmek, E.H.Carr’ın deyişiyle “tarihi bugünü anlamanın anahtarı kılmak” için gerekli.
AK Parti’nin Osmanlı mirası ve Sunni İslam geleneği üzerine inşa etmeye çalıştığı yayılmacı dış politika stratejisi, bugün yoğun şekilde ana akım medyanın destekçiliğinde Suriye ile savaşa girmenin gerekliliği üzerinde tezler üretiyor.
Soğuk Savaş’ın polarize iklimindeki dost-düşman söylemi geçersiz olduğu için de, bugün artık savaşlara meşruiyet sağlanması adına en çok karşılaştığımız söylem insani gerekçeler oluyor.
Erdoğan, yazının başında aktardığımız açılış konuşmasında Kore Savaşı sayesinde Güney Kore ile kurulan “kardeşlik bağı”nın “Suriye’de yüz bini aşkın insan öldürüldüğü sırada” çok önemli bir zemin teşkil ettiğinden dem vuruyordu.
Tıpkı Kore Savaşı için olduğu gibi, savaşlar toplumsallığından azade ele alındıkça “unutulan savaş” olmaya, toplumsal belleğimizde iz bırakmadıkça da milliyetçi söylemler eşliğinde saldırgan politikalara meşruiyet sağlamaya devam edecek. (KÇ/HK)
* Mektupların okumak için üzerlerine tıklayın.
[1] “Samsung Kore Gazileri Eğitim Bursu” ile ilgili detaylı bilgi için tıklayınız.
[2] Kore Savaşı Uzak Savaşın Askerleri, der. M.Ali Tuğtan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Mayıs 2013.