Nuri Bilge Ceylan sinemasının insan doğasıyla yüzleşmesi ikircikli ve çelişkili olmuyor çoğu zaman. Son filmi Kış Uykusu’nda da gördüğümüz üzere gereğinden fazla açık, seçik ve yayılmış duruyor. Ceylan’ın derin psikolojik çözümlemelerle de açıklanabilecek diyalogları insanın özüne iyiliğine, kötülüğüne, marazlarına dair sürekli bir biçimde alan açıyorken iyi ya da kötü olmaya dair bir model önermiyor. İnsan denen varlığın doğup, büyüyüp diğer insanlarla karışması, konuşması ve tüm bunlardan sonra kendini ispatını kapsayan geniş bir çerçeveyle yüzleştiği kadar, insanın kendisini bir diğerinin gözünden görme çabasıyla boğuşuyor en çok.
Filmin merkezinde duran karakteri Aydın etrafındakilerin kendisini biraz olsun Tanrılaştırdığının farkında olsa da artık hayatlarını ayırmış gibi gözüktüğü genç karısının gözünde bunun parçalanmış olduğu çok açık. Kız kardeşi de ondan çok daha büyük şeyler beklediklerini açıkça söylese de Aydın kendi işlettiği oteli ve yerel gazeteye yazdığı köşeler dışında eski bir tiyatro oyuncusu o kadar; bir Tanrı değil, hiç olmamış. Filmin içerisinde de ancak bir yerde itiraf ettiği üzere karşısındakine Tanrı rolü biçip, sonra da öyle olmadığı için hayıflandıklarının da farkında. Öyle ol(a)madığını biliyor. Sıkışıp kaldığını hissetse de kendine bile söyleyemiyor bunu. Bavulunu alıp gitmek istese de gidemeyecek, o otelde kalacak. Tren beklerken gözlerine daha da yaklaşan kameradan anladığımız gibi bir anda verilmiş bir karar değil bu. Aydın’ın artık İstanbul’a gidemeyişi, kentin boğucu yakıcılığında da melankolisini gideremeyeceğini uzun süredir biliyor olması. Hiçbir zaman kentli olamamış, oraya çoktan yabancı olmuş bir adam diğer yandan aslında hep taşralı tam da bu yüzden ‘çay mı içtiler, kahve mi’ diye sorabiliyor, ufak taşralı meraklarına yenik düşmüş çoktan. Oradan öteye geçemiyor.
İlyas’ın öfkesi
Nuri Bilge Ceylan’ın politik yanı siyasetin kendisinden değil de yine insan üzerinden şekillenir. O’nun sinemasında politik olanı aramak çıplak elle ıslak toprağı eşelemek gibidir, tırnaklarınız kum içinde kalır. Fragmanda da belirgin bir biçimde gördüğümüz taş atma sahnesinin tam olarak taş atan çocuklara gönderme olup olmadığı tartışılır zira Nuri Bilge sinemasında bu tip politik göndermeler özellikle yedirilmez ancak düşünüldüğünde su yüzüne çıkabilecek şekilde tasarlanır. Hatta tasarlanmaz, öyledir. İlyas babasının gözü önünde tartaklanmasına, evden eşyaların apar topar gönderilmesine öfkelidir. Bu, sadece yüzünü gördüğü, belki de adını bile bilmediği adama büyük bir öfke duyar, onu taş atmaya kadar sürükleyen de bu öfkeden başka bir şey değildir.
İlyas’ın öfkesi filmin bütününe yayılıp bir lanet gibi karakterlerin üzerinde dolanır. Çatıdan akar, karda yürür. Aydın’ın evdeki kadınlarla başa çıkamadığı noktalarda ise O’nun çaresizliğiyle birleşir.
Sinema koltuğunun filmin sonlarına doğru burun buruna geldiğiniz hatta ayakkabılarınızı çıkarıp karnınıza yasladıktan sonra büzülüp kaldığınız bir yere dönüşmesi boşuna değil. İnsanın derisine işleyen ise bu ana rahmine döndüren ve insan üzerinde derin bir psikanalizden çıkmış gibi hüngür hüngür ağlama isteği yaratan duygunun asıl nereden kaynaklandığı. Bu duyguyu İlyas’ın öfkesinden çok Aydın’ın yarım kalmış, tamamlanmamış ve bu yüzden devamlı etrafındakilere çarpan, çarptıkça da geri dönen kibri besliyor. Ne kadar kibirliyse o kadar kaçınıyor yüzleşmekten. Ne kadar kaçıyorsa o kadar hesaplaşmak zorunda kalıyor. Zamanında dünyayı kurtarmak isteyen iyi ruhlu bir devrimci olmuş olması bugün ‘n’apayım doğada da adalet yok ki’ diye kendini üstün kılan etmenleri savunmasına engel olmuyor. Aydın’ın kapıda gördüğü çamurlu ayakkabılara attığı tiksinti dolu bakışın, Uzak’taki Mahmut’un Yusuf’un kokan ayakkabılarına uzanan bakışından zerre farkı yok. Aydın bu yüzden hem İklimler’deki İsa, hem Uzak’taki Mahmut karakterinden beslenerek büyüyor. Onların kara deliklerinden besleniyor.
Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu, Çehov uzun bir roman yazmış da okuyormuş gibi bir hisle dolu. Diğer filmlerinde görüntülere yedirilmiş sahnelere çizilmiş ‘ayna’ işlevini ise bu kez yüzümüze açık açık söylenen cümleler görüyor, her bir duyguyu deşerek, her birini zan altında bırakarak ve lafını hiç esirgemeden yapıyor bunu. İnsanın kendi marazları karşısında ne kadar çaresiz olduğunu hatırlatıp durduğu için de seyirci de taş kalıp, kesiliyor. (JB/ÇT)