Gazeteciler Cemiyeti, gazetecilerin örgütlü olduğu en eski meslek kuruluşlarından biri. Gazete çalışanlarının genel örgütsüzlüğü (özellikle 12 Eylül sonrası Türkiye'de Cunta ve medyada da Aydın Doğan eliyle başlatılan örgütsüzleştirme sonucu) düşünülürse bir meslek örgütü olmanın ötesinde işlevler yüklenmesi anlaşılmalı.
12 Eylül sonrası başladığım gazetecilikte bu örgütten hep uzak durdum, durmam gerektiğini düşündüm.
Önce, Başkanı (1982-1992) Nezih Demirkent'in muhalif özellikle sol yayınlarda ceza alan gazetecileri gazeteci saymayıp, yargılanmalarını, ceza almalarını ifade özgürlüğü sınırları dışında tanımlama çabası nedeniyle. (Daha sonra aynı tutumu sivil olmayan 'sivil toplum örgütü' Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi de yıllarca sürdürdü.
Konseyin tutuklu ve gözaltındaki gazeteciler rakamları bu nedenle hep uluslararası gazetecilik örgütlerinin rakamlarının altında kaldı, bazen sıfıra ulaştı.)
Sonra bu örgüte üye olmak için basın kartı sahibi olmak gerektiğinden mesafemi sürdürdüm. 12 Eylül sonrası medyadaki taşeronlaşmaya paralel olarak medya çalışanlarının kadrosuz, herhangi bir hakkı olmaksızın neredeyse ücretsiz çalıştırıldığını, basın kartı almaya esas olan 212 kadrosunu vermemek için işverenin elinden geleni yaptığını bilmezmiş gibi- ki bu konuda da öncülüğü Aydın Doğan yaptı- üyelik için, basın kartı sahibi olma kuralında ısrar ettiler.
Bunun sonucu da basında işçi haklarının geçerli olduğu dönemde basın kartı alabilmiş yaşlı bir kuşak gazetecinin örgütü olarak kaldılar.
Bu arada haklarını yemeyelim, 1960 yılında hazırlanan ve etik konusunda bir referans olan Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni yönetimlerinde göreli bir gençleşme olunca 1997 yılında yenilediler, iyi bir iş yaptılar.
En son Gazeteciler Cemiyeti Ödüllerini açıklamışlar. Ödül alanları kutlarım. Cemiyet üyesi ve işin doğası gereği mesleğin itibarlı gazetecilerinden oluşmuş olduğunu varsaydığım Cemiyet Ödül Jürisi'ne gelince...
Belli ki her tarafa mavi boncuk ilkesiyle çalışmışlar. Tamam. Belli ki Cemiyet'in ürünü olan Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi konusunda duyarlı olan kurum ve gazetecileri ödüllendirmek gibi bir kaygıları olmamış.
Ödül verirken gazetecilik etik ve ilkelerini, hatırlamak üzere bu metne bakma gereği de duymamışlar. Nereden mi biliyorum? En İyi Köşe Yazısı ödülüne bakmanız yeterli. Yılmaz Özdil'e vermişler. Vazgeçemediği ırkçılığı, şiddetle savunduğu ayrımcılığı, insan hak ve özgürlükleri karşısındaki düşmanca tutumu ile ödülü elbette hak eden bir Türk gazetecisi Yılmaz Özdil!
Jüri, bu ödülle yaygın merkez medyada ırkçılığı ve ayrımcılığı ödüllendirmiş de oldu. Diyeceksiniz ki, "Bu da bir şey mi, internet ödülüne bak!" Gözümden kaçmış.
Onu da ODA TV'ye vermişler. Hem de bu son Şık'lı, Şener'li ifade özgürlüğü konusunda hepimizi ciddi endişeye sevk eden son operasyon öncesinde. Yani akıl karıştıracak bir durum da yok.
Türkiye'de yıllarca gazetelerin misyonu odak kaydırmak oldu. Gazete yöneticileri, büyük yazarları sapla saman karışsın diye ellerinden geleni yaptılar.
12 Eylül'de vatan kurtulmuştu, faili meçhuller ve gözaltında kayıplar, bugün ortaya çıkan toplu mezarlar, boşaltılan binlerce köy 'terörist başı' ve 'teröristlerle mücadeleydi.
'Arabistan'ın bütün kokularının ellerindeki kanı temizlemesine' imkan olmayan Türk Lady Macbeth'i Çiller, ülkenin annesiydi.
Hrant katledilmişti ama ileri gitmişti. Cenazesinde 'hepimiz Ermeniyiz' diye bağıranlar daha da ileri gitmişti.
Ergenekon, Türklere yol gösteren kurdun adıydı. Ergenekon operasyonu başladıktan sonra son kurbanı Hrant olan, özgürlük ve demokrasiyi savunan yazar, aydın, akademisyenlere yönelik cinayet tehditlerinin şıpın işi kesilmesi dünyanın en büyük tesadüfüydü.
Türk ordusu ne darbe yapar, ne de sivilleri öldürürdü. Devlet teröre bulaşmazdı. İnsan hakları banka soyan işadamları kelepçelendiğinde, hukukun üstünlüğü bizatihi kendi telefonları dinlendiğinde, ifade özgürlüğü ise emekli generaller televizyon programlarını istila edince akla gelecek bir şeydi.
Türkiye'de hukuk hep üstündü ve hep adildi, hep vicdanları rahatlattı. Bu işkencecilerin davalarında da böyleydi, dosyaları kaybolan siyasi cinayetlerde de...
Anayasa Mahkemesi kararları da öyleydi, Uğur Kaymaz davası kararı da, Pınar Selek yargılaması da.
Siyasi örgüt davalarında da, Kürt yargılamalarında da, kadın katliamlarında da, eşcinsel cinayetlerinde de hep hukuk, hukuktan üstündü. Bir tek Ergenekon'a gelince sapıttılar.
Askerler yargılanana kadar ses çıkarmadık, şimdi onları savunmak gerek. Öyle mi?
Pes doğrusu.
Türkiye'de hakim ve savcıların hukukun üstünlüğü önünde en büyük engel olmayı sürdürmeleri gerçeğiyle yaşıyoruz. Hukuk ne bağımsız, ne de adil.
İfade özgürlüğü mücadelesi, her görüşü (ırkçılık, ayrımcılık, faşizm, darbe özgürlüğü dışında) kapsamalı.
Cezaevi koşulları, tutukluluk süreleri için verilecek mücadele de Diyarbakır'da ve Silivri'de birbirinden farklı olmadığı gibi bir bütün olarak ele alınmalı.
Aksi taktirde, sadece asker ve rütbeli oldukları için birilerinin savulduğu intibaı yaratılıyor ki durum da bu!
Bugün, medyada insan hakları, ifade özgürlüğü adil yargılama gibi konular hiç ele alınmadığından, herkes meşrebine göre tanım yapıyor. En temel insan hakları meselelerinde bile odak kaydırmaya devam ediyor.
Cemiyet Üyesi değilim ki istifa edeyim. (MÇ/EÖ)