Şöyle düşünelim: Son üç milyon yıldan beri gezegenimizin iklimi, mutlaka iki kararlı denge halinden birinde bulunmuş. Güneş ışınımlarındaki küçük değişmeler, bizi ya ona ya da ötekine itecek enerjiyi sağlamış. Daha serin çukurda olduğumuzda gezegen bir buzul çağına girmiş oluyor; daha sıcak çukurda olduğumuzda da gezegenin iklimi, şu an içinde yaşadığımız iklime çok yakın birşey oluyor. İnsanlık tarihinin tamamı da böyle bir iklimde geçmiş zaten.
Sorun şurada ki, fosil yakıtları kullanma tarzımız, bizi o küçük kararlı çukurumuzdan çıkarıp gitgide daha uzağa, şu tepenin öbür taraftaki yamacına doğru itip duruyor. Devrilme noktası da, tepenin doruğunu aştığımız nokta oluyor: o noktadan sonra gezegenimizi çok daha sıcak bir yer olmaya doğru itmemize gerek kalmıyor artık; o kendi başına oraya doğru yuvarlanıp gidecek zaten. Devrilme noktası, iklim sistemlerinde mevcut olan bir dizi artı geri besleme mekanizmasından kaynaklanıyor: bu mekanizmalar da insan yapısı ısınmanın etkilerini çok güçlendirerek iklim değişiminin her türlü denetimin dışına çıkmasına yol açıyor.
Mekanizmalardan birincisi, Albedo Etkisi. Beyaz yüzeyler güneş ışınlarını koyu renkli yüzeylerden çok daha fazla geri yansıtır; dolayısıyla, sera gazlarından kaynaklanan küresel ısınma buzlarla karları erittikçe, geride lacivert okyanuslarla koyu renkli karalar bırakır. Yeni açığa çıkan bu koyu yüzeyler şimdi daha fazla güneş ışını emerek daha fazla ısınmaya yol açar, bu ısınma da daha fazla buz ve kar erimesini beraberinde getirir ve bu böyle sürüp gider.
İkincisi, su buharı. Yoğuşmamış su buharı aslında karbondioksitten daha önemli bir sera gazı. Gerçekte biz çok fazla su buharı salımında bulunmayız, ama gezegen ısındıkça buharlaşma oranı artar, nem seviyesini yükseltir ve Dünyanın termal (ısıl) battaniyesini kalınlaştırır; bu da ısınmayı büsbütün artırır, sıcaklık artışı da buharlaşmayı artırır vesaire vesaire...
Üçüncüsü, CO2’nin emilim süreci. Normalde her yıl insan faaliyetlerinden kaynaklanan CO2 salımlarının yarısı kadar bir miktar, ormanların, planktonların ve bizzat okyanusun bir bileşimi tarafından yeniden emilime uğrar. Ne var ki, okyanus yüzeyi, içinde çözülüp eriyen CO2 yoğunluğundaki artış yüzünden gitgide daha asitli bir hale gelmektedir. Aynı zamanda okyanus yüzeyindeki su sıcaklığı da yükselmekte, bu yüzeye gitgide yayılan sıcak, asitli bir katman oluşturmaktadır. Bu katmansa, CO2’nin atmosfere karışmasını engelleyen planktonların kökünü kazımaktadır. İşin daha da kötüsü, sıcak su, soğuk sudan daha az CO2’yi içinde barındırır ve dolayısıyla, ısındıkça, daha önce emmiş (absorbe etmiş) olduğu CO2’nin bir kısmını da atmosfere salıvermeye başlar.
Dördüncüsü, karadaki yutaklar. Tıpkı denizlerdeki ekosistemler gibi karadaki eko sistemler de normalde karbon yutağı olarak işlev görür: bitkiler atmosferden karbon çekip bunu kendi büyümeleri için kullanırlar. Ne var ki, ısındıkça bu ekosistemlerin dengesi bozulur; bitkiler CO2’yi emme konusundaki etkinliklerini gitgide yitirirlerken, topraktaki mikro organizmalar da CO2 salımı konusunda gitgide daha etkin hale gelirler – ve böylelikle, ekosistem bir bütün olarak karbon yutağı olmaktan çıkıp bir karbon kaynağına dönüşür. Sonuçta, sıcaklık artıp yağmurlar azalınca, orman yangınları da söndürülemez hale gelir. Ormanda depolanmış tüm karbon duman olup atmosferdeki sera gazlarına eklenir, bu da küresel ısınmayı artırır, ısınma ise karbon yutaklarının etkinliğini büsbütün azaltır ve bu böyle gider.
Beşincisi, metan. Sibirya’da, Fransa ile Almanya’nın toplam yüzölçümü (ya da Türkiye’nin yaklaşık 1,5 katı) büyüklüğünde bir alanda donmuş turbalık (tundra) erimekte; o eridikçe muazzam miktarlarda metan açığa çıkmaktadır. Metan, atmoferdeki ömrü kısa olan bir sera gazı olmakla birlikte, küresel ısınma üzerindeki etkisi, karbondiyoksit etkisinin 20 katıdır. Ne kadar metan açığa çıkarsa, ısınmaya o kadar büyük katkıda bulunmakta, permafrost denen sürekli donmuş tabaka ne kadar çok erirse, o kadar çok metan açığa çıkmaktadır.
Ne yazık ki, devasa donmuş metan depolarını barındıran tek yer kuzey kutbundaki tundra değildir. Dünyanın dört bir yanında deniz tabanının altında, donmuş kristaller halinde pusuya yatmış bekleyen 10 trilyon ton metan bulunduğu hesaplanmaktadır. Okyanus sıcaklığını yeterince artırırsak – ki, hangi miktarın yeterli olacağını dünyada bilen kimse yok – bu depolanmış metanın âniden atmosfere salıverilmesini tetiklemiş olacağız. Bu olay son defa meydana geldiğinde, yeryüzü sıcaklığı birdenbire 10 derece yükselmişti.
İşte bunlar, küresel iklim sisteminin neden bir devrilme noktası bulunduğunu izah eden geri besleme mekanizmalarından bazıları. Sistem içindeki her bir geri beslemenin kendi iç devrilme noktası mevcut. Ve, iklim değişikliklerini öngören modellerde eksik olan da işte bu: yani, unsurların birbirini karşılıklı olarak güçlendirip pekiştirdiği bu karmaşık sistemin içerisindeki ilişkiler modellerde yer almıyor.
Şimdiye kadar dünyanın sıcaklığını yalnızca 0.8 C derece artırdık. Ama, salımlarla sıcaklık artışı arasında 40 ya da 50 yıllık bir gecikme olduğundan, halihazırda atmosferde bulunan emisyonların, önümüzdeki birkaç on yıl içinde dünya sıcaklığını 0.6 C daha artıracağı kesin. Bu ise bizi kolayca tepenin doruğuna çıkarabilir, hatta tepeden aşırabilir bile.
Bu kritik eşiği aşarsak, dünyada sıcaklıklar 6 derece kadar fırlayabilir.
Böyle birşey olursa eğer, doğal âlem büyük bir kitlesel yıkıma uğrayacak, halihazırda gezegeni paylaştığımız bitkilerle hayvanların büyük çoğunluğu yeryüzünden silinip gidecek – ama aynı zamanda, dünya ekosistemleri eriyip giderken, etrafta çok daha fazla fare, sinek, hamamböceği ve sivrisinek kol geziyor olacak.
Yağış dağılım şekilleri değiştikçe, buzulların beslediği ırmaklar kurudukça, yükselen deniz seviyeleri yeraltı su kaynaklarını tuzladıkça, insanlığın gezegene vurduğu ilk darbe, içme suyuna erişimin hızla ve keskin şekilde azalması şeklinde tezahür edecek. Tarım ürünleri azalır, ormanlar yanıp gider, çöller genişleyip durur, sahil bölgeleri de sürekli sular seller altında kalırken, milyarlarca insan da pılını pırtısını toplayıp, başka yerlerde rızkını aramaya çıkacak.
Ama nereye gidecekler ki?
‘İnsanlık’ bunun da altından kalkabilir. Ama, Britanya gibi hâlâ yaşanabilir kalan ülkelerde, arta kalan kıt kaynakların çoğunun, bu yaptıklarımızdan dolayı artık kendi ülkelerinde barınma imkânı kalmamış olan aç biilaç milyonları dışarıda tutma savaşı için kullanıldığı bir dünyada ‘insanlığın’ ne gibi bir anlamı kalmış olabilir ki? Dünya tepeden tırnağa silahla dolup taşıyor. Gezegen üzerinde her yedi insan başına bir ateşli silah düşüyor. Bugün hayatta olan muazzam sayıda insanı yeryüzünün destekleme kapasitesi giderek düşerken, huzur içinde yatağımızda ölme şansımız da düşüyor.
Peki, tamam, şimdi de iyi haber geliyor: Bunların hiçbiri, kaçınılmaz bir kader değil – henüz.
Paniğe kapılmanın, umutsuzluğa düşmenin zamanı değil şimdi. Şimdi harekete geçmenin zamanı – hâlâ olanağımız varken. Şunu artık farketmemiz şart: Önümüzdeki kısacık zaman içinde hükümetlerin ve şirketlerin bu büyük tehlikeye cevap vermeye muktedir olup olmadıkları, koca bir soru işaretinden ibaret. Gerek hükümetlerin, gerekse şirketlerin önlerinde 20 yıl vardı – ama bunu çarçur etmediklerini gösteren tek bir işaret bile yok ortada. Bunun tek sebebi de şu: Onlar, kısa vadede sınırsız ekonomik büyümeyi, yeryüzünde insan hayatının devam etmesinden önde tutan bir öğretiye sonuna kadar sadık kalıyorlar. Oysa, sera gazı salımlarını bilimin gösterdiği çerçeve iç inde azaltmak için ne yapmamız gerektiği konusunda bir esrar perdesi yok önümüzde. Yapmamız gereken, tüketimi azaltmak. Bu kadar basit işte.
Ama, metaların ve enerjinin mütemadiyen artarak tüketilmesi esasına dayalı bir toplumda daha az tüketim, düşünülemez bile.
Kimse bütün soruların cevaplarını bilemez elbette, ama bunun önümüzdeki yegâne hayat tarzı olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu hayat tarzının hepimizi ortadan kaldıracağı neredeyse kesin bir gerçeklik olduğuna göre, bazı alternatifleri âcilen gözden geçirmemizde sonsuz yarar var. Bugün şurası çok açık ki, iklim değişikliğine karşı savaşı fiilen kazanabilmemiz için, her birimizin kendi yaşam tarzında köklü değişiklikler yapmak da yeterli olmayacak. İhtiyaç duyduğumuz değişimleri önlemek için ellerinden geleni asla artlarına koymayacak olan o çok kudretli yerleşik çıkarlara da bilfiil karşı durmak zorunda kalacağız. Basit birer tüketici olmanın ötesine geçmek zorundayız.
Eşi benzeri görülmemiş bir dönemden geçiyoruz. Denetimden çıkmış küresel ısınmanın önüne geçmek, tüm insanlık tarihinin en önemli biricik görevi – ve bu görev bizim omuzlarımıza kaldı. Bunu biz omuzlamazsak, hayatımızda başarmak için uğraştığımız her şey ya yerle bir olacak ya da tüm anlamını kaybedecek. Bizden önceki kuşaklar bu sorun hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Bizden sonra gelecek olanlarınsa bu konuda hiçbir şey yapmaya güçleri yetmeyecek. Bize gelince, bizim hâlâ biraz vaktimiz var! Ama, hemen harekete geçsek iyi olur.(LM/ÖM/EÜ)
* Leo Murray'ın filmini izlemek için: Uyan, Kafayı Ye, Sonra da Aklını Başına Topla