Soğuk Savaş kapitalizmin zaferiyle sonuçlanınca büyük bir coşku yaşanmıştı. Sovyetler Birliği dağılalı bir yıl oldu olmadı, Fukuyama tarihin sonunu ilan etti. Bu iddialı deklarasyon öteki sosyal bilimcilere ve siyasetçilere de cesaret verdi, herkes bir şeylerin bittiğini açıklamaya girişti. İnsanlığın yeni bir evreye girdiğini tarihin, ideolojilerin, savaşların, yoksulluğun, proletaryanın, bildiğimiz dünyanın sonunun geldiğini kanıtlamaya çalışarak dile getirdiler.
Bu furyada ütopyalar da unutulmadı. Ütopyaların da sonu gelmişti. Sadece sonu gelse neyse, ütopya kavramı bir de pozitivist, otoriter, faşizan vs olmakla suçlandı. Postmodernizmin revaçta olduğu yıllardı.
Aslında dönemin önde gelen yazarlarının kafasında, dünyadaki işlerin tek ve bütünleşmiş bir piyasaya tabi ve piyasa dışında herhangi bir güç tarafından kısıtlanmadan yürütülmesine dayalı bir ütopya olduğu aşikardı. Fakat bu hedef bir ütopya olarak tanımlanmadı. Ütopya dendiğinde akla Thomas More, Campanella gibi ütopya yazarlarının her şeyden önce adaletsizliğe karşı çıkan görüşleri ve elbette 19. ve 20. yüzyılların en korkutucu ütopyası olan Marx’ın komünist toplum tasavvuru geliyordu.
Türkiye bu tartışmaların biraz dışında kaldı. Ütopya pek ilgi çeken bir konu olmamıştı. Burada yazılan tek ütopyanın ‘Serbest İnsanlar Ülkesinde’ olduğu söylenir. Onu da Türkiye’ye Rusya’dan göç etmiş bir Azeri olan Ahmet Ağaoğlu 1930 yılında, Serbest Fırka’nın kurucularından biri olmadan birkaç ay önce yazmıştır.
Yine de, en azından iki romanın kimi bölümlerinin ütopya niteliği taşıdığı söylenebilir. Bunlardan biri Halide Edip Adıvar’ın 1912 yılında yazdığı ve 20 yıl sonrasını tahayyül ettiği Yeni Turan. Öteki de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1934 yılında yazdığı ve Cumhuriyetin 20. yılını anlattığı Ankara’nın üçüncü bölümü.
Her iki roman da güzel bir geleceğin özelliklerini sıralayarak, ütopya olarak tanımlanmaya hak kazanıyor. Fakat alışılagelmiş ütopyalardan farklı olarak, bunlar milli ütopyalar. Dünyanın herhangi bir yerindeki bir okuyucunun ufkunu açmaları falan söz konusu değil. Zaten öyle bir amaçları da yok. Milli bir hayat tarzının, kimi zaman ayrıntıya inerek tarif edilmesini içeriyorlar.
Yeni Turan’da Türk kadınının çarşafı çıkararak beyaz başörtüsü ve bol bir palto giymesi, Ankara’da da balolarda harmandalı, horon gibi oyunların oynanması en ayrıntılı ve en eğlenceli örnekler arasında sayılabilir.
Türkiye’de insanlar, hemen her konuda olduğu gibi, ütopya konusunda da kitabi yaklaşımlara pek yüz vermediler ama yine de ülkelerinin geleceğine yönelik ortak tahayyülleri oldu. Bunlar kimi zaman içten içe yaşanan kimi zaman heyecanla dışa vurulan bir tür popüler ütopyalardı. Mutat olduğu üzere milli karaktere sahip, yaygın kabul gören, kuşaktan kuşağa aktarılan hatta inanç düzeyine çıkarılan ütopyalar.
Soğuk savaşın sona ermesi bu ütopyalarda coşkulu bir canlanmaya yol açtı. Fakat kısa sürede beklenenin tam tersi oldu, gelişmeler ütopyaların geçersizliğini açıkça ortaya koydu, heyecanlar dindi.
1990’lı yıllara kadar bu ülkenin geleceğine ilişkin en güçlü heveslerden biri dünyadaki bütün Türklerin birleşmesiydi. Burada söz konusu olan sadece “Bütün Türkler bir ordu, katılmayan kaçaktır” sloganında kendini bulan militan Turancılık değil. Bu kadarını hayalci bulan, maceraya girmek istemeyen, elindekiyle yetinen birçok insan da zaman zaman bu hayale kendini kaptırıyordu. Özellikle Batı ülkelerinin gücü ve gelişmişliği karşısında kendini ve ülkesini zayıf hissettiğinde, bitmez tükenmez mağduriyet duygusu depreştiğinde dünyadaki şu kadar milyon Türkün birleşmesi fikri iyi geliyordu.
Sovyetler Birliği çöktüğünde bu düşünce patlama yaptı. Yıllardır dillerden düşmeyen “Esir Türkler” kurtulmuştu. Bütün politikasını Orta Asya üzerine kuran hareketlerin coşkuya kapılmasında şaşılacak bir şey yoktu ama hayalci olmayan ağır başlı devlet adamları olarak bilinen Süleyman Demirel, Turgut Özal gibi politikacıların heyecanlanması şaşırtıcıydı. Gözleri parlayarak “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” lafını bıkmadan tekrarlıyorlardı. Gençlik heyecanlarının insanı yaşlılığında da terk etmediğinin bir örneğiydi. (Benim kuşağım da bunu “Gezi”de yaşadı)
Esir Türkler kendi devletlerini kurduğunda, Türkiye resmi ve özel tüm kurumlarıyla oralara akın etti. Onları hem kurtaracaktık, hem birleşecektik, hem liderlik edecektik, tabii hem de kar edecektik. Önce başlarına yeni lider istemediklerini anladık, sonra sandığımız kadar göçebe olmadıklarını fark ettik, son olarak kimsenin bizi kendileriyle aynı millet olarak görmediğini öğrendik.
Şimdi bu ülkelerle, dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi, makul ilişkilerimiz var. Özbekistan’la gergin, Kırgızistan’la sıcak, fakat hepsiyle akılcı ve normal. Artık kimse “Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir; Turan” şiirleri okumuyor. Tam tersine, bu lafların ülkeler arasındaki uygar ilişkileri bozacağını görüyor. Ütopya karikatürü bitti.
Kendini ezilmiş ve mağdur hissetme buhranları sırasında iyi gelen popüler ütopyalardan biri de Batıya karşı bütün Müslümanların birleşmesiydi. Çok yaygındı, çok güçlüydü. Başımıza bütün belaların Müslümanların birleşememesi yüzünden geldiğine inanılırdı. Bin yıl önceki Haçlı Seferlerinden geçen yıl yapılmış gibi söz edilirdi.
Müslümanları birleştirme ütopyası daha uzun ömürlü oldu. Bunda Osmanlı güzellemelerinin de önemli bir payı olmalı. Osmanlı o kadar adil, şefkatli, cömert, babacan bir devlet olarak anlatıldı ki, ondan kopmak ancak bir komplonun sonucu olabilirdi. Nitekim Osmanlı’nın Müslüman tebaasının İngilizler başta olmak üzere yabancıların oyununa geldikleri için isyan ettiğine inanıldı. En komik olanı, cumhuriyetçilerin de bu inancı tamamen paylaşmasıydı.
Bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Müslümanların başlarına gelen felaketlerden ders aldığına, ihanetlerinden pişmanlık duyduğuna hatta Osmanlı özlemi çektiğine inanıldı. Fakat Osmanlı devletinin kuruluşunun 700. yıldönümünde büyük bir hayal kırıklığı yaşandı. Yıldönümü törenlerine Osmanlı topraklarında şimdi var olan bütün devletlerin başkanları davet edilmişti. KKTC dışında hiçbir devlet başkanının davete icabet etmemesi pek yadırgandı, nankörlük olarak görüldü.
Yine de ülkenin en İslamcı kesimleri Müslümanları birleştirme iddiasından vazgeçmediler. Özellikle AKP’nin iktidarda olduğu dönemde bu amaca yönelik çabalar azimle sürdürüldü. Cumhuriyetin küskün tavrı terk edilerek, Osmanlı usulü tatlı sert bir ağabey rolü kapmaya gayret edildi. Dışişleri Bakanı’nın kendinden emin gülümsemesiyle, ilişkileri dantel gibi ördüğüne inanıldı.
Bu inanç o kadar güçlüydü ki Türkiye’nin İran, Irak, Suriye, Lübnan, Mısır, Libya gibi bir dizi ülkeyle arasının gerginleşmesi, hatta arası iyi olan ülkelerin bile Türkiye’ye böyle bir lider rolü biçmediğinin açıkça belli edilmesi dahi umutları kırmadı. Türkiye’nin Müslümanları birleştirmeyi eninde sonunda gerçekleşecek bir ilahi misyon olarak gören yöneticileri, devletler olmasa bile halkların kendilerinin kıymetini bileceğinden emindi.
Yıllardır süren sert mücadelelere karşın, Orta Doğu halklarından bunu doğrulayacak bir işaret gelmedi. Belki son bir iki ay içinde böyle bir işaretin görüldüğünden söz edilebilir. Bütün Müslümanları birleştirmeyi hedefleyen yeni bir örgüt çıktı. Kendisine “İslam Devleti” diyor. Hızla güçleniyor. Ama ne Osmanlı’yı ağzına alıyor, ne Türkiye’ye saygı gösteriyor ne de Türkiye’nin yöneticilerinden emir bekliyor. Bir Müslüman birliği ütopyası var ama belli ki bizimkilerden çok farklı.
Bütün bunlar Müslümanların birleşmesinin neredeyse imkansız hale geldiğini, gerçekleşse bile hayal edilenlerden çok farklı olacağını göstermeye yeterli. Müslümanlar birleşmenin değil tam tersine büyük bir kapışmanın eşiğinde gibi görünüyor. Türkiye gerilimin bir parçası olduğundan, kapışmanın da bir parçası olma ihtimali ile karşı karşıya. Türkiye’yi yönetenler kendilerine hayranlıktan ne kadar sarhoş olsalar da, artık bunun farkına varmak zorundalar. (BD/HK)