Ergen oğlanlar güruhu olarak hafta içi neredeyse her gün Burgaz adasından Heybeli’ye ahşap bir sandalla, deyim yerindeyse azmaya giderdik. Asırlardan beri sürdüğü şekilde o zamanlar düzenli şekilde esmeye devam eden ikindi poyrazı bizi asla yıldırmaz, tam tersine maceramızı katmerlendirdiği için daha da agresif olmamızı sağlardı. Emellerimize alet ettiğimiz sandal ağır olduğu için küreklere genelde iki kişilik ekipler halinde asılır, Kablo kumsalına kısa zamanda ulaştığımızda giderek yükselen poyraz dalgalarına rağmen çapa atmaya bile gerek duymazdık.
Karada aslında doğru dürüst kumsal yoktu, fakat bizim için ulaşılabilir emsallerinin yokluğunda, boyumuzun seviyesini aşmayan suyla kaplı hayli geniş kumluk alan çılgın oyunlarımızın arenası olmaya gayet elverişliydi.
Birer havlu, birer tişört, belki şort ve ayrıca tokyolardan müteşekkil eşyalarımızı en yakın kayalığa bırakarak güvenceye alır ve sahibinin rızasının olmadığını bile bile “TİTANİK….TİTANİK….TİTANİİİİK” diye bağıra bağıra sandalı sağa sola sallamaya başlardık. Sandal yanlardan su almaya başlar, eğlencemizin en tatmin edici zirvesi battığı an olurdu. Kürekler, livar kapakları, farşlar, kovalar denize saçılır, bu da bize yetmediği için batık sandalı suyun içinde bir de ters çevirirdik. Sahibinin yakarmaları bize sivrisinek vızıltısı gibi gelir, sandalın üzerine çıkar denize atlar dururduk.
O arada Kablo’da bizden başka kimsenin olmadığını düşündüğümüzden olacak, slip mayolarımız da bir şekilde kıçımızdan kaymış olur ve bir mantra halinde tekrarladığımız “FKK” (ef - ka - ka) ikinci sloganımız haline gelirdi. Almanya’da yıllardan beri popüler olan Freikörperkultur’un (Hür bedenler kültürü) kısaltılmış biçimi, nispeten muhafazakâr ailelerin çocukları olduğumuzdan mı ne, üryanlığımızı dayandırma ihtiyacı duyduğumuz kurumsal sembol haline gelir, Kablo plajı bizim “çıplaklar kampı”mıza dönüşürdü. Keşfetmeye yeni yeni başladığımız cinselliğimiz, karşı cinse yaklaşmak henüz mümkün görünmediği için içgüdüsel olarak dışa vurulmuş olur, hatta ufak sarkıntılıklara kadar varırdı… Akabinde üşümekten dudaklar morarmış halde kovalar ve süngerlerle sandalın içindeki su hızla boşaltılır ve ebeveynleri kızdırmamak üzere fazla gecikmeden kendi adamıza dönülürdü.
Günümüzde aynı noktada Kablo Beach & Camping’in yükseldiğini görmek, zamanı geriye döndürmenin mümkün olmadığını bilsem de bende öfke yaratıyor desem!
Kendimi bildim bileli suyun atında olan kum toplanıp kayaların dibine taşınmış, çuvallarla barikatlar kurulmuş ve suni bir kumsal oluşturulmuş; fakat doğal dengeye müdahale edildiği için denizin dibini çoğunlukla yosunlar kaplamış. Plastik şezlong ve plaj şemsiyelerinin çirkin hâkimiyeti bir yana, vapurla plajın açığından geçen turistlerin dikkatini çekecek devasa reklam panosuyla kayalıkların doğal dokusu da yok sayılmış; ayrıca yangınlarla her sene çalkalanan adanın çamlık alanında gittikçe genişleme imkânına sahip turistik bir tesis altyapısı oluşturulmuş. Oralardan geçmenin bile külhanbeyi tavırlarıyla istenen ücrete tabi tutulduğu göz önüne getirilirse, zamane ergenlerinin bizimkine benzer masum bir eğlence teşebbüsünün linçle sonuçlanacağını tahmin etmek de zor olmasa gerek!
FKK
Oysa İtalya’nın fazlasıyla saygın geçmişli bir kenti olan Trieste’nin yanı başındaki Costa dei Barbari sahilinde çırılçıplak keyif süren ailenin huzuruna diyecek yok gibi görünüyor. Kısa bir süre önce Batı yönünde kocaman bir site inşa edilmiş olsa da, FKK kültürü o coğrafyada fazla rahatsız edilmeden varlığını sürdürebiliyor neyse ki.
Geçtiğimiz günlerde Venedik Film Festivalinin Uluslararası Eleştirmenler Haftasında yer alan Freikörperkultur (FKK) adlı kısa film masalsı bir enerji yaysa da, çıplaklığı hayatlarının vazgeçilmez bir parçası haline getirmiş olanların ayrıcalıklı konumlarını bir kez daha teyit ediyor.
Hippiliğin düsturlarıyla büyümüş genç kadın yönetmen Alba Zari gayet iyi bildiği bir dinamiği kamerasıyla belgelerken insanın çocukluktaki saflığına dönüşün, utanmanın olmadığı bir dönemi hatırlamanın, en tabii halimizle varolmanın lüksünü bize de bir nebze yaşatıyor.
Doğayla yakın temas halinde, suyun iyileştirici ve metabolizmayı dengeleyici gücünü duyumsayan, hürriyeti iliklerinde hisseden hamile anne, baba ve şirin kız çocuğuyla empati kurmamak ne mümkün!
Beden iyice rahatlamıştır; kendini salar ve öz armonisi içinde adeta hipnotize olur. Mahrem cömertçe teşhir edilir, samimiyetin dürüstlüğü parıldar, yüzyıllardır sanata ilham veren estetik bir kez daha büyüler…
Andrea Gulli ve Giorgio Pacorig’in imzasını taşıyan müzik de seyircinin bu tatlı tecrübeyi paylaşmasına büyük katkıda bulunuyor. Oysa tiyatrocu Sandro Pivotti’nin Trieste lehçesiyle yazdığı ve film boyunca üst ses olarak seslendirdiği metin mevzubahis ailenin Adem ile Havva gibi cennetten kovulma ihtimalini akla getiriyor.
Huzur dolu görüntülerle kontrast oluşturan sözler sanki sarpa saran bir ilişkiyi irdeliyor, insanın saflığını yitirip kötücül bir yaratığa dönüşmesi sanki metaforik bir dille ifade edilmiş oluyor.
Çıplaklık samimiyettir
Geleneksel olarak erkek erkeğe veya kadın kadına olunduğundan mı ne, hamam da çıplaklığın genelde gayet doğal karşılandığı (en azından eskiden öyleydi) bir mekândır ve irili ufaklı yaramazlıklar yapsanız da oradan kovulma ihtimaliniz pek düşüktür.
Hamamda herkesin üzerindeki peştamal bir üniformaya dönüşür, herkesi eşitler ve demokratik bir ortama yataklık eder. Zırh işlevi gören statü sembollerinin soyunma odasında bırakılması tercih edildiğinden, göbek taşının etrafında sosyal sınıflar adeta yok olur, orada esas konuşan vücutlardır.
Türkiye’de bazı turistik müesseseler hamam kültürünü iki cinsiyet temsilcilerinin aynı anda yararlanabileceği bir tecrübeye dönüştürmeye çalışsa da coğrafyada sekse yönelik bakış bir türlü değişmediğinden böyle projeler tabii ki sık sık alarm verebiliyor.
David Byrne yıllar önce konser vermek üzere İstanbul’a geldiğinde eşiyle kadın arkadaşlarının Üsküdar’daki tarihî bir hamamda, üstelik hamamın (erkek) sahibi tarafından tacizkâr davranışlara maruz bırakılması gibi anekdotlar da unutulmamalı.
İşte tam da buna benzer dinamiklerden yola çıkarak, 2020 yazının Kurban bayramı tatilinde yelkenliyle Paşa Limanı adasının çevresindeki adacıklardan Mamlaya adasında demirlemiştik.
Klasik kirlilik unsurlarının izin(!) verdiği ölçüde denizin dibinden tarakları, istiridyeleri, hatta ufak midyeleri toplamıştık; ardından ben teknenin arkasında denizle neredeyse hemzemin seviyede oturmuş, onları bıçakla açıyordum.
Teknenin keyfine düşkün üç kişilik mürettebatı olarak onları özenle limonlayarak, hatta üzerlerine karabiber dökerek, cennetteki yasak meyveyi yutarcasına yiyor, adil dağıtıma ve sıraya bilhassa ihtimam gösteriyorduk. Koyda kesinlikle tek başımıza olduğumuz gibi yakın mesafede herhangi başka bir deniz aracı da görünmediğinden elbette çırılçıplaktık ve çok mutluyduk!
Tabii ki yasakları muzipçe delmenin heyecanı da yok değildi; fakat ergenliğimizi çoktan aşmış (?) olmanın getirdiği olgunlukla, erkek erkeğe olmamamıza rağmen üryanlığımız özümsenmiş, ikinci plana düşmüş, adeta unutulmuştu…
Derken ufukta beliren kara bir silüet hepimizi şoke etti. Kristof Kolomb’unkini hatırlatan, ama kalyon demeye bin şahit isteyen bir deniz aracı hızla yaklaşıyor ve tam karşımızda bomboş bir koy olmasına rağmen dümenini hiç kırmadan dosdoğru bize doğru gelmeye devam ediyordu; üstelik tüm coğrafyayı inleten bangır bangır müziğin volümü de bize yaklaştıkça katlanılmaz seviyelere ulaşıyordu.
İster istemez mayolar giyildi ve kadere boyun eğeceğimiz anlaşıldı; yoksa bir anda harekete geçip biz mi ortamı terk etmeliydik?
Birkaç katlı kazulet tur teknesi bizden sadece birkaç metre mesafede demirledi, karaya da bir halat bağlandı ve animatörün müziğin sesini bastıran güçteki telkiniyle onlarca kişi suya atladı.
Biz istifimizi bozmadık; tur teknesinden bize dikilen birkaç meraklı bakışın gözetimi altında su altından çıkan nimetleri aramızda bile konuşmadan tüketmeye devam ettik ve neyse ki takriben yarım saat sonra yine büyük bir tantanayla yanımızdan ayrılan teknenin bıraktığı sessizliğe memnuniyetle geri döndük.
Tekrar soyunduk, denize girdik, yüzdük, daldık, eski huzurumuza hızla kavuştuk. Çevremiz, birbirimiz ve bedenimizle o kadar barışıktık ki, gezi teknesinin ziyaretini kısa sürmüş kötü bir rüya gibi algıladık, etkilerinden çabucak silkindik, hadiseyi kısa zamanda unutmayı başardık.
Balıklar, yunuslar, deniz hıyarları, martılar, kerkenezler, keçiler, tavşanlar, hatta bir leylekle özdeşleşmeye devam… (MT/AS)