Öykü severek okuduğum bir tür olmasına rağmen Erdem Özgül’ün yazdıklarını kapanan Öykülem ve Varlık dergisi dışında bir yerde görememiş okumamıştım.
Geçen yaz Munzur Kültür ve Doğa Festival’inde Ovacık (Ovacık: Editörler, Zeliha Hepkon, Şükran L. Yılmaz, Şükrü Aslan, Ütopya Yayınevi, Ankara) kitabını aldıktan sonra okumaya başladım.
Kitapta Özgül’ün de 1980’lerin sonu 90’ların başı Dersim’ine dair bir denemesi vardı. Derlemenin bütünü oldukça ilginç.
Ovacık Türkiye şehirleri içinde en küçük ilçelerden biridir muhtemelen. Nüfusu, özellikle kış aylarında can çekişir.
Buna rağmen doğası, suları, bitki örtüsü, hele insanı oldukça ilgi çekicidir. Kitabı şöyle üstünkörü bir karıştırınca bu ilginiz iyice yoğunlaşabilir. Kimler neler yazmış, ne açılardan bakmış memleketine, daha çok okumak bilmek istiyorsunuz. Yazılarını genellikle Almanca yazan İmran Ayata kitabın yazarları arasında.
"Dersim’in Kayıp Kızları" belgeseli ve diğer çalışmalarıyla bilinen Kazım Gündoğan kitapta öyküsü Şükran L. Yılmaz tarafından anlatılanlardan biri. BirGün Gazetesi’nden tanıdığımız İbrahim Varlı, 1994 Dersim belgeselinin yönetmeni Devrim Tekinoğlu kitaba yazan isimlerden bazıları.
Yanı sıra Son Adım gibi oldukça başarılı bir romanın yazarı Ayhan Geçgin’in de Ovacıklı olduğunu kitaptan öğrendim. Ovacık titizlikle okunmaya tartışılmaya değer oldukça oylumlu bir kitap.
Özgül’ün yakın zamanda "Unutulmuş Ataların Gölgesi" isminde bir öykü kitabının yayınlandığını da duymuştum. Yazısını okuyunca, hazır yurda ayak basmışken kitabını da almak farz oldu. Öykülerinin Dipnot Yayınları tarafından basılmış olması ayrıca hoşuma gitti.
Hem Marksist, feminist, eleştirel kuram bağlamında hem de "Türklük Sözleşmesi" gibi Türkiye’ye dair önemli araştırma inceleme kitaplarını yayınlaması bağlamında yayınevi pek çok kişi gibi benim nazarımda da önemli.
Annem ve babamın devlet memurluğu nedeniyle benim çocukluğum Dersim’de, sırasıyla Ovacık, Çemişgezek ve Pertek ilçelerinde geçti.
Zazaca
Yöre insanı, kültürü, konuştuğu dil, düğünü, cenazesi, gelenekleri ve tabii uğradığı şiddet her ne kadar babam, “Durduk yere olmuyor, hak ediyorlar,” diyorduysa da ilgimi çekegeldi. Çocuk olmam dolayısıyla Ovacık’ta Zazaca öğrendim, Pertek’te Kürtçe, bu sayede benim Türklüğüm babamınkine göre daha barışçıl gelişti.
1980’lerin zorlu şartlarına rağmen sadece köylerde değil ilçe merkezlerinde de insanlar anadilleriyle konuşabiliyordu. Biz oyunlarımızı hep Zazaca Kürtçe oynadık. Maalesef şimdilerde Zazaca hayli gerilemiş durumda.
Demem o ki, Şükrü Aslan Hocanın saygı duyulası bir çalışkanlıkla Dersim’in ilçelerine dair hazırladığı kitaplara bakmakta fayda var.
Tamamı Ütopya Yayınlarından çıkan dört kitap derlendi şimdiye kadar. Pülümür, Hozat, Mazgirt ve Ovacık. Umarım devamı da gelir.
Burada kısa kısa Özgül’ün öykülerine değinmek istiyorum, o sıradan durumların insanlarını yazmıyor diye düşünüyorum. Aşırı şiddete maruz kalmış insanlar olabilir bazı öykü kişileri ama yazarın sorunsalının şiddet yahut acı olduğunu da sanmıyorum. Daha çok zor koşullar altında insan nasıl durur, dayanır, buna bakıyor gibi.
Garabed’in Eli öyküsüyle açılıyor kitap. Bu öykü de diğerleri gibi çok da açık seçik bir anlatıma sahip değil. Söyledikleri kadar, söylemedikleriyle de dikkati çekiyor. Garabed ölüm orucundadır, hastahanededir. Ölür ölür dirilir bu açlığı süresince. Kimi zaman uçar, kimi zaman çocukları uçurur balıkların yahut uçakların sırtında. Hakkari’den, Van’dandır çocuklar. Bilinci durmaz akar Garabed’in. Bir özgürlük arayışı vardır, sınırına geldiği ölümde bile. Neyseki ölmez. Hayattadır. Yer yer dişinden sızan kanla besler kendini, yer yer serumla beslenir. Bilinç akışı durmaz.
Trende öyküsü, bir yolculuğun gitmenin kalmanın, kendiyle çatışmanın öyküsüdür. Hem gider hem kalır, gitmek üzerine düşünür öykünün kişisi. İsviçre’de bir grup mülteci dişçiye gidecektir. Ne olursa tren yolculuğunda, tren garında, diş doktorunun bekleme odasında yahut muayene odasında olur, içeri girenin dişini çeker doktor. Bir süre sonra öykünün ana kişisi dişçinin çekip bir tabağa dizdiği kanlı dişler arasında diş değil de arkadaşlarının kafasını görür.
Oldukça inandırıcı öykülerdir bunlar. Okurken İzak Babel’i de hatırladım. Ama onunki gibi gettodan çıkıp gelen ve zora düşen kardeşlerini kurtaran başı belalı bir Benya Kirk abileri yok bu insanların. Daha çok belayla sınanıyor gibiler. Yapayalnızlar.
Sleymana Zerdeşt’in Tuhaf Ezidiliği başlıklı yaşlı bir Ezidi’nin öyküsü bir öykü müdür yoksa bir bir köşe yazısı yahut bir şarkı mı, karar veremedim ben. Bir köşe yazarı duygulanır, güzel edebi şeyler yazabilir, köşesinde, onun da tadı var, diğer şeylerin yanında. Bu saydığınız herşey biraz farklı diyeceksiniz, evet doğru ama hepsinden bir parça var bahis konusu öyküde de. Özgül gayet deneysel de bir yazı profili oluşturmuş bu ilk kitabında. Zerdeşt bir vakitler Türkiye’den sürülmüş bir başka ülkenin vatandaşı olmuştur. Bugün yaşı oldukça ilerlemiştir ve kanserle mücadele ediyordur.
Öykünün anlatıcısıyla Türkiye Konsolosluğunda karşılaşırlar. Zerdeşt geçmişini geleceğini anlatır. Diyarbakır’a gitmek, ailesinin köyünü ziyaret etmek istiyordur. Konsolos kadın da kendisine yardımcıdır.
Gider mi gitmez mi bilinmez ama Viyana’da gezinir, Dr. Abdurrahman Qasımlo’nun vurulduğu evi ziyaret ederler. Girip çıktıkları mekanlardan yaşlı adam geleneksel doğu kıyafetleri giyiyor diye yadırganırlar…
Dünyanın Her Yerinde Ararat öyküsü yine İsviçre’ye dair bir göç öyküsü. Karakışta kır gezisine çıkan mülteci gençler yaşlı bir Ermeniyle tanışırlar.
Oldukça kısa bir öyküdür bu. Yaşlı adam şeker hastasıdır bir bacağı kesilmiştir. Adamın Ermeni olduğu anlaşılır sohbet sırasında. Diğer öykü kişileri de yakın coğrafyadandır. Dağda kar altında vodka içer, bir kader ortaklığı oluştururlar geçmişten geleceğe. Kızakları köpeklerin de çekebileceğini bilmiyordum. Öyküyü okuduktan sonra merak ettim Google’a baktım. Gerçekten de hikayenin geçtiği civarda kızakları köpekler çekiyormuş.
Ormanlara, Sesinin Gümbürtüsü Ormanlara benim en sevdiğim öykülerden biri oldu. Özgül’ün öykülerinde şairlerin sesini sık sık duyabiliyorsunuz. Cemal Süreya’nın, Ece Ayhan’ın, Dylan Thomas’ın. Metinlerarasılık ayrı bir tad veriyor böyle olunca.
Yine Şükrü Aslan 29.11.2023 tarihli Bir Gün gazetesinde Elazığ örneğinden yola çıkarak yazdığı: “Bir şehir ve örtük öyküleri” başlıklı yazısında şehirlerin yüzünü yitirmesinden bahsediyor. “Bütün bu mekânların tanıklık ettiği siyasal-toplumsal öyküler açıklıkla yazılmadıkça ve bunlarla köklü bir yüzleşme olmadıkça, şehir bir tür belleksiz mekân olarak geleceğe mahcubiyetle bakmaya devam edecektir. Türkiye şehirlerinin neredeyse hepsi gibi,” diyerek de bitiriyor yazısını.
Özgül’ün kitabında toplam 13 öykü var. Her birine tek tek değinmek bu yazıyı okuyanları sıkacaktır. Şunu söyleyebilirim ama baştan sona ilgiyle okunan bir kitap bu. Öykü kitaplarında genelde başa ve sona bir iki güzel öykü koyuyorlar, gerisi su kaynatıyor.
"Unutulmuş Ataların Gölgesi" bu tür falsolara ihtiyaç duyan bir toplama değil. Daha Önce Haydar Karataş’ın Gece Kelebeği Perperik a Soe romanında okuduğumuz Dersim 38’i, Ayhan Geçgin’in Son Adım romanında okuduğumuz 1990’lı yılları, Özgül’ün Yanık Sular, Siyah Dağ ve diğer öykülerinde de görüyoruz.
Dersimli yazar çizerler birbirinden habersiz Şükrü Aslan Hocanın “örtük öyküler” dediği kayıp belleği deşip öykülerini ortaya çıkarıyorlar anlaşılan.
(AG/EMK)