Gazeteci yazar Nermin Yıldırım, Doğan Kitap'tan çıkan ilk romanı Unutma Beni Apartmanı'nda, ana kahramanı Süreyya'nın hikâyesinin fonunda bir dönemin kırık dökük çocuklarını anlatıyor.
Annelik kavramının, ailenin ve toplumsal alanda yaşanan kırılmaların, bireylerin iç dünyalarında yarattığı kopuşların konu edildiği roman, aile müessesesinin ruhu sakatlayan karanlık yönlerinden bahsederken, ensest gibi tabulaşmış konuları da çarpıcı bir üslupla ele alıyor.
"Kendim çok günahsızmışım gibi sana ceza kesebilir miyim"
Roman, annesinin sesini ilk kez 43 yaşındayken, telefonda duyan Süreyya'nın bu sözleriyle başlıyor. Bundan sonra iki koldan yürüyen hikâye boyunca hem annenin fonuna 60'lı yılları alan hikayesini hem de Süreyya'nın kırk üç senelik serüvenini okuyoruz.
Okuru da içine çekiyor bu serüven. Süreyya'nın; "Bu uğursuz cümle dönüp duruyordu beynimin içinde. Az evvelki acayip konuşmadan geriye tek kalan oymuş gibi... 'Nemli bir havlunun yere bırakılışı gibi'ydim. Bitkin, bezgin, kederli... Son yarım saati hiç yaşanmamış sayıp sessizce yatıp uyumak ile yıllarca terse akan bir nehir gibi içime döktüğüm sesi azat edip köpürte köpürte çağıldatarak, camı pencereyi titretip duvarları yumruklayarak, çığlık çığlığa, bağıra bağıra ağlamak arasında gidip geliyordum. Yolunu şaşırmış bir rüya gibi, olmuşla olmamış arasında huzursızca sayıklıyordum: 'Eğer bir ateş olacaksa hepimiz yanacağız!" diyen iç sesi, geçmişe doğru yönelirken, okuru da kendi serüvenine davet ediyor.
Bir iç kanama alanı olarak çocuk istismarı
Çocuk istismarı, ensest, Türkiye için, deyim yerindeyse yaygın bir iç kanama alanı, hem de en ölümcülünden. Çocukların ruhları, bedenleri, çoğunlukla en yakınlarındakiler tarafından hoyratça tahrip ediliyor. Üçüncü sayfa haberleri dışında medyaya yansımıyor bu tahribat. Adı üstünde iç kanama.
Kurumsal ve yasal "koruma"(!) alanlarına erişemeden tuzla buz olup gidiyor çocuk bedenler, ruhlar. Geriye sadece başka bedenlerde, başka ruhlarda şiddete dönüşmek üzere mayalanan öfke kalıyor.
Tahrip edilen her bedenle ve her ruhla beraber, toplumca tahrip oluyoruz. Yasanın, medyanın göremediği, görmek istemediği, için için kanayan bir yara bu. Ayın karanlık yüzü.
Nermin Yıldırım, Unutma Beni Apartmanı ile edebiyatın projektörünü işte bu karanlık yüzeye son derece gerçek bir şekilde çevirerek, yaraya cesur ama bir o kadar da duyarlı bir üslupla neşter vuruyor.
Romanın alt öykülerine sinmiş ve her seferinde çıplak bir bıçak gerçekliği ve deliciliğiyle ya da yazarın ifadesiyle kağıt kesiği gibi ince sızısıyla karşımıza çıkıyor çocuk istismarı.
Yazarın akıcı anlatımına kapılmış sayfaları keyifle çevirirken, hiç beklenmedik bir anda ensestin ya da çocuk bedenine (elbette ki aynı zamanda ruhuna) uzanmış tanıdık elin buz gibi dokunuşuyla karşılaşıyoruz.
"...'Elimde büyüdü Zinnur benim' diye anlatırmış. Ama bakamazmış uzun süre Zinnur'un yüzüne. Bizimkinin gözlerinde her ne görürse, eğiverirmiş kafasını. Zinnur, onun bu halini anlatıp, bulunduğumuz odayı çın çın çınlatan lacivert bir kahkaha patlattı. Sonra ağzına doluşmuş yılanları kendi zehirlerinde boğmak ister gibi sıkı sıkı kapadı dudaklarını. Yüzünde daha evvel farketmediğim karanlık gölgeler gördüm."
İç kanama durumlarında olduğu gibi, önce nabız yavaşlıyor, derken soğuk ter dökmeye başlıyor insan. İşi burada bırakmayan yazar, bedenleri yaralanmış bu çocukların ruhlarında nasıl tahribatlar olduğunu, yaşananların nasıl ilk bakışta anlaşılamaz gelen ani bir öfkeye ve şiddete dönüşebileceğini büyük bir ustalıkla anlatıyor.
"Bütün babalar bütün kızları böyle mi severler acaba? Gözpınarlarında biriken yaşları sildi Müşide. Doğruca mutfağa yürüdü. Tezgahta kuşbaşı etlerin arasında duran bıçağı eline aldı, elini ardına saklayıp salona girdi."
Annelik öğrenilir mi?
Böylesine yakıcı bir sorunu ustalıkla işleyen romanın ana kurgusu ise yine aile kavramı bağlamında ama bambaşka temalar eşliğinde örülmüş. Bir yandan bir terk ediş hikayesini okurken, bir yandan anneliği hiç görmediği annesinden öğrenen Süreyya'nın kendi annelik macerasına da tanık oluyoruz.
Roman karakterleri üzerinden, toplumsal rollerle ilgili ezber bozan bir yaklaşım sergileyen yazar, hormonlarla açıklanan anneliğin tıpkı kadınlık gibi öğrenilebilir oluşunu tartışmaya sunarken, verili kadınlık rollerini de alaşağı ediyor:
"Bazı kadınlar sevmek, bazıları ise sevilmek için çocuk yapar. Ben ikisini de istemiyordum. Bazı kadınlar hiçbir erkek onları yeterince sevmediği için küçük bir bebekte ak pak, tertemiz sevginin tadına bakmak isterler. Oysa ben sadece ve sadece çok aşık olduğum için, sevip sevildiğim için anne olmuştum. Ahmak gibi, içimde ondan bir parça büyütmeyi romantik bulduğum için."
Aşkın mülkiyeti, güvenin bağımlılığı
Süreyya, annesini ya da annelik kurumunu sorgulamakla yetinmiyor. Okuru da ortak ettiği sorgulama ve hesaplaşmalarından terk etmeyle terk edilmeye, birine, bir yere ait olmayla özgürlüğünden taviz vermemeye, aşkla mülkiyete dair ikilemler de payını alıyor:
"Anladım ki aşk gözlerini kaybnetmekti zaten. Sesini kaybetmekti, tümden kaybolmaktı. Başkasının gözünden bakıp, ağzıyla konuşmaktı. Aşk yakalandığım en kişiliksiz hastalıktı."
Aşkın insana bütünlük, tamamlanmışlık hissi veren özgürleştirici büyüsü ile körleşmeye ve mülkiyete varan komplikasyonları arasında ya da bir aileye/bir mekana ait olmanın, yerleşmenin güveni ile ait olmanın yol açacağı bağımlılık kaygısı arasında gidip gelen Süreyya'nın iç sorgulamalarına tanıklık serüveni, bir süre sonra okurun kendi iç dünyasına doğru yapması muhtemel yolculuklarla bir ortaklığa dönüşüyor.
Cesareti olan okur, Süreyya ile birlikte, insanın en çıplak hallerine; cesaretine ve korkaklığına, dürüstlüğüne ve olayları dilediği gibi yorumlama eğilimlerine, benliğinin ta derinliklerinde bir yerde duran ve kapanması pek de imkan dahilinde olmayan yarılmalara dair bir serüvene dahil oluyor. Zaman zaman rahatsız edici olabilecek sarsıcı yüzleşmeler yaşıyor.
"Acımak, başkalarının çektiği azaba bakıp, onların yasını tutarmış gibi yaparak kendi mutluluğuna şükretmektir çünkü. Acımak, kıl payı yırttığın mutsuzluğun diyetini uğursuz, cüretkâr bir sadaka gibi dağıtmaktır. İşte bu sadaka, iki damla gözyaşı ya da kimsenin bir işine yaramayacak anlık bir yürek burkuntusu kadardır. Acıyan, kendini yüce duygulara malik, iyi yürekli bir insan olduğu yalanına inandırmaya çalışır. Hakbuki bencil bir sahtekârdan fazlası değildir."
Fonda yakın Türkiye tarihi
Roman elbette ki sadece böylesi bir iç yolculuktan ibaret değil. 31 yaşında oluşu hasebiyle, 12 Eylül sonrası gençlik kuşağına dahil edebileceğimiz Nermin Yıldırım, sistemin bu kuşağı reva gördüğü kalıplara pek sığmamış.
Roman, türünün en önemli özelliği gereği, bireyi irdelerken, onu kuşatan toplumsallığı göz ardı etmemiş. Bu bağlamda, romanın gerçekçi bir toplumsal ve politik uzama sahip olduğu belirtilebilir. Örneğin fonda, Süreyya'nın 43 yıllık yaşamına eşlik eden bir ülke tarihine tanık olunuyor.
Karakterler içinde bulundukları zamandan bağımsız ele alınmadığı gibi, onların psikolojileerini oluşituran toplumsal süreçler de mihenk taşlarıyla anlatılıyor. Bu anlamda Unutma Beni Apartmanı, kolay unutanlar için keyifli bir yakın tarih hatırlatıcısı olarak da işlev görüyor.
"Nihal'in öldüğü gün, havaya kesif bir yanık kokusu yayıldı. Gökyüzüne baktım, eflatun bir atlas orta yerinden yırtılmıştı da sanki, kül yüklü bulutlar, rüzgârda şişen o yırtıktan içeri şakır şakır yağmaktaydı. O sabah, koğuş tipi hapishanelerden F tipi hücre sistemine geçmek istemeyen mahkûmların sürdürdüğü ölüm orucunu bitirmek için aynı anda yirmi cezaevine birden, ağır silahlarla girdi devletin adamları. Diyorlardı ki; 'İçeridekiler ölüm ve açlıkla terbiye ediyor bizi; oysa bizim tek derdimiz yaşamaları.' Kurşunla, ateşle ve gaz bombalarıyla döndürdüler hayata tam otuz iki canı. Otuz iki insanı cansız yere serdiler. Yüzlercesi sakat, yaralı... Aylardan aralık, günlerden sefil bir salıydı. Cehennem varsa şayet, cehennem bu olmalıydı."
Çok katmanlı bir roman
Romanın çok katmanlı yapısında, Süreyya'nın bir hayalet yazar olarak yazdığı hikayelerin yanısıra, onun hayatına dair öykülere rastlamak da mümkün. Süreyya'nın yerleşik hayata geçtikten sonra apartman komşuları arasındaki ermeni madam ve torunuyla ilişkisi, hem gösterişsiz ve sağlam bir dostluğa hem de vefasızlığa ve ardından paylaşılan suç ortaklığına dair çarpıcı bir öykü örneğin.
Vanlı Rıdvan'ın hikayesi ve Süreyya'yla ilişkisi ise romanın polisiye türüne gönderdiği bir selam niteliğinde. Roman her ne kadar terk edilmeye ve terk etmeye dair olsa da anlatım asla bir melodrama dönüşmüyor.
Bunda yazarın muzip oyunlarının da payı olmalı. Örneğin, melodrama dönüşme riskini en fazla barındıran annenin hikayesi, zekice dokunuşlarla, bir Yeşilçam melodramı havasında sunulmuş. Bu küçük oyun sözkonusu riski ortadan kaldırmakla kalmıyor, romana muzip bir lezzet de katıyor.
Kısacası, zamanı ve mekanı ele alış biçimi, ezber bozan karakterleri ve zekice örülmüş kurgusuyla dikkat çeken Unutma Beni Apartmanı, okura sarsıcı ama bir o kadar da keyifli bir edebiyat ziyafeti vaat ediyor. Elbette hatırlamaktan, Süreyya'nın sırlarla dolu geçmişine doğru çıkılacak yolculuktan, kendi karanlık hikayesiyle dönmekten korkmayanlar için...(HÇ/BB)
* Nermin Yıldırım 1980, Bursa doğumlu; Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Basım Yayın Bölümü mezunu; dergilerde ve gazetelerde yazıyor. Unutma Beni Apartmanı ilk romanı.
** Nermin Yıldırım, Unutma Beni Apartmanı, Doğan Kitap, Mart 2011, 420 sayfa