Fotoğraf: AA (Arşiv)
Yükseköğretim Kurumları Sınavı'nın (YKS) geçen hafta tamamlanmasıyla birlikte uzaktan eğitimle kör topal devam etmekte olan akademik yıl tamamlanmış oldu. Sınava giren 2,5 milyon öğrenci binbir umutla bir yükseköğretim programına girmeyi hak kazanmak üzere enfeksiyon riskini göze aldı. Birçok genç için bu sınav gerçekten hayati bir önem taşıyor. Diyarbakır'da sınavın ikinci oturumuna girdiği halde rahatsızlanan, salondan çıktığı için tekrar içeri alınmayan Ömer Ateş'in intihar ettiği iddia edildi. Benzer bir biçimde sınav günü Muğla'da bir inşaatta asılı bulunan Melek Kurtuluş'un ölümü de sınavla ilişkilendirildi. Sonucu ölüme varsın ya da varmasın, mevcut sınav sistemi her yönden birçok sorunu barındırıyor. Öğrenciler gerek sosyo-ekonomik koşullara bağlı olarak, gerek bölgesel ve altyapı farklarından ve bunun yanı sıra farklı okul türleri arasındaki müfredat ve eğitim standardındaki değişkenlik yüzünden eşitsiz bir yarışa tabi tutuluyor. İmkanlarda olmayan eşitlik sunulan fırsatlarda da olmuyor. Dolayısıyla hayati bir önem atfedilen üniversite eğitimi ve mezuniyeti ne bireysel ne de toplumsal düzeyde beklenen çıktıları üretebiliyor.
Sınavdan sonra
Gerçek şu ki, iş sınavı kazanmakla da bitmiyor. Öğrenciler üniversitelerde bambaşka sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Bunların en basiti altyapı sorunu. Üniversiteler barınma ve ulaşımın dışında, üniversite eğitiminin gerektirdiği eğitim ve araştırma altyapısının kısıtlı olması, kütüphanelerdeki kaynak eksikliğinden fakültelerde sınıf eksikliğine, internet, bilgisayar ve yazılım konularındaki gerilikten danışmanlık hizmetlerinin eksikliklerine kadar birçok sorun var. Öğrenci üniversiteye geldiğinde konteyner sınıflarla karşılaştığında, kütüphanelerde oturacak yer bulamadığında, aileden ve çalıştığı işten gelen kıt kaynaklar kitap almaya yetmediğinde bir bilim evrenine ait olduğunu hissetmiyor. Bu tür sosyo-ekonomik kısıtlar ve gelecek kaygısı baskın geldiğinde öncelikler değişiyorb. Bilim, eğitim, araştırmaya dair hedefler gündelik hayat mücadelesine yenik düşüyor. Birçok üniversitede ortaya çıkan ortak izlenim, öğrencilerin tek hedefinin iki veya dört yıllık eğitimi en kısa zamanda tamamlayıp diplomalarını almaları ve bir iş bulmaları yönünde olması. Oysa bu diplomalar bugün çok az kapıyı açabiliyor.
Mezuniyetten sonra
Bir eğitim sistemi, dünyanın herhangi bir yerinde ve herhangi bir tarihsel bağlamda içinde bulunduğu toplumsal koşulların gereklerini, toplumun ihtiyaçlarını dikkate almak zorunda. En temel düzeyde eğitim sistemi demografik yapıyı, işgücü piyasasının ihtiyaçlarını, ülkenin kalkınmışlık düzeyini göz önüne alarak belli alanlara odaklanmalı. Dünyadaki gelişmelere bakarak geleceğe yönelik alanlarda yatırımlar yapmalı, bilimsel gelişmeleri kapsayan, disipliner yenilikleri doğrudan sistemine yansıtabilen politikalar izlemeli. Ancak çok yönlü ve tamamlayıcı politik yaklaşımlar sonucu etkin bir eğitim sistemi kurulabilir. Bu kadar uzun dönemli izlem ve büyük veri toplama imkânı varken geleceğe dair bir öngörü oluşturamamak, gerekçesi belli olmayan yerlerde anlamsız, tabeladan ibaret üniversiteler kurmak, bilime de genç nüfusun eğitimine de hizmet etmez.
Nitekim Türkiye, yüksek üniversite mezunu nüfusa sahip olmasına rağmen genç işsizliğinin de en yüksek olduğu ülkelerden biri. Türkiye 2019 yılında yüzde 23,7 genç işsizliği oranı ile yüzde 15,4 düzeyindeki dünya ortalamasının üzerinde ve dünyada 41. sırada yer alıyor. Türkiye 2018 yılında eğitimde ve istihdamda yer almayan gençlerin oranında yüzde 26,5 ile OECD ülkeleri içinde Güney Afrika Cumhuriyeti'nden sonra en yüksek orana sahip. Pandeminin etkisiyle 2020 rakamlarının bundan çok daha olumsuz seyretmesi öngörülebilir. Bir başka deyişle öğrenciler diplomalarını alsalar bile iş bulamıyor. O diplomaları basamak olarak kullanıp lisansüstü eğitime de geçemiyor. Çünkü lisansüstü eğitim kontenjanları lisans eğitiminden çok daha sınırlı ve üniversiteler arasındaki standart farkı özellikle yeni açılmış ya da taşra üniversitelerinden mezun öğrencilerin sistemin dışına itilmesine yol açıyor.
Yeni kuşakların sistemde kendilerine yer açmalarının yolu, üniversiteden geçmiyor. Bilgi, ister bilimsel bilgi biçiminde olsun, isterse mesleki veya teknik bilgi, üniversitelerin tekelinde değil. Artan iletişim teknolojileri bilgiye ulaşmanın yollarını artırıyor ve hızlandırıyor. Gençler bilgiyi ve deneyimi dünyanın farklı bölgelerindeki değişim programlarına katılarak, sivil toplum üzerinden gönüllü hareketlerinde yer alarak kazanıyor. Artık yalnızca İngilizce bilmek, hatta dil bilmek bir meziyet sayılmıyor. Bunun yerine kodlama bilmek, teknik beceriler kazanmak, dünyaya açılmak farkındalıklarının artmasına, becerilerinin gelişmesine yarıyor. Ancak dört yıllık üniversite eğitimi, mevcut yapısıyla değişime ayak uydurmakta yavaş kalıyor.
Üniversitelerin sorunları
Üniversitelerin içinde bulunduğu durumdan öğrenciler kadar öğretim üyeleri de şikayetçi. Üniversiteler öğrencilerin bilgiye yönelik alternatif taleplerini karşılayacak dönüşümlere açık değil. Bir taraftan iktidarın politik baskısı diğer taraftan YÖK'ün son derece hiyerarşik ve hantal bürokrasisi, yeniliğin önünü tıkıyor. AB uyum sürecinde hayata geçirilen Bologna süreci belli bir standart yaratmış olsa da esnek ve değişime uyarlanabilir müfredatların önünü kapamış oldu. Pandemi sürecinde uzaktan eğitime geçilmesi her türlü uygulama pratiğini devre dışı bıraktı. Öğrencilerin teknik altyapıdan ve internete erişimden yoksun olması çok tartışma konusu olsa da asıl mesele gerçek zamanlı ve fiziksel ortamda ders yapılmaması öğrenciyi öğrenme sürecinde kendi başına bıraktı. Özdisipline sahip olan ve biraz meraklı öğrenci durumu idare etti, ancak öğrencilerin büyük bir kısmı eğitim sürecini tek başına yürütmekte güçlük çekti. Benzer koşullar öğretim üyeleri için de zorlayıcı oldu. Pandeminin halihazırda yaşanan sorunları derinleştirmesi, öğretim üyelerinin eğitim ve araştırma faaliyetlerinde motivasyonlarını kırdı.
Üniversitelerin karşı karşıya olduğu en önemli sorun kaynak sorunu. Burada mesele kaynak olmaması değil, kaynakların etkin kullanılmaması. Özel üniversiteler bağlı oldukları sermaye odaklarının kar beklentisine uygun biçimde bir gelişim sergiliyor. Devlet üniversitelerinden beklenen ise devlet sunacağı mali kaynaklara bel bağlamak yerine üniversite-sanayi işbirliğiyle, proje destekli araştırmalarla, dış kaynaklarla fonlanmış araştırmalar yürütmek. Giderek azalan ödenekler, artan öğrenci sayılarına rağmen eksilen kadrolar, sınırlı araştırma bütçeleri devlet üniversitelerinin de tıpkı özel üniversiteler gibi ekonomik kaygılarla hareket ettiğinin birkaç göstergesi.
İnsan kaynağı
İkinci bir problem insan kaynağı sorunu. Akademik işleyiş idari kadroyla değil, eğitim ve araştırma faaliyetlerinde teknik bilgiye sahip ve araştırmalara yön verecek kapasite akademik personelle mümkün. Araştırmaların yürütülmesinde en önemli insan kaynağı olan lisansüstü öğrencilerine yönelik araştırma görevlisi kadroları ve lisansüstü bursları mevcut öğrencilerin ancak küçük bir kısmına ulaşabiliyor. Böyle olunca lisansüstü eğitim ancak sosyo-ekonomik koşulları daha iyi olan ayrıcalıklı bir kesim için mümkün oluyor. Gelişmiş ülkelerde araştırma görevlisi kadroları lisansüstü eğitimin karşılığı bir burs olarak yaygın bir biçimde kullanılırken, Türkiye'de yandaşlık mekanizması ve kadrolaşma amacı için kullanılıyor. İlanlar nokta atışı kriterlerle yayınlanıyor, zaman zaman yalnızca tek bir kişiye uyacak kriterler medyaya eleştiri örneği olarak yansıyor. Atama yükseltme kriterleri, Demokles'in Kılıcı gibi öğretim üyelerinin tepesinde sallanıyor, bu sayede üretkenliğin artması, daha çok araştırma yapılması, öğretim üyelerinin kadro ve puan için birbiriyle yarışması bekleniyor. Gerçekte ise yayın ve atama baskısı niceliği artırsa da niteliğin azalmasına neden oluyor.
Yönetim
Üçüncü bir konu ise yönetim sorunu. Üniversiteler, siyasi mekanizmaların bir parçası olduğunda ve ideolojik mücadelelerin içine gömüldüğünde kurumsal özerkliklerini yitirir. Böyle bir bağlamda bilimsel üretim öncelikli olmaktan çıkar ve siyasetin aracı haline gelir. Üniversitelerin kendi gelişim stratejilerini belirlemesi, içinde bulundukları bölgesel konumun ve toplumsal koşullarla örtüşen alanlarda uzmanlaşması, buna uygun akademik personel ve programlar inşa ederek bilim üretmesi gerekir. Ancak siyasi mekanizmaların belirleyici olduğu, kaynakların siyasi sadakate göre dağıtıldığı, akademik kadroların siyasi ölçütlere göre bahşedildiği bir ortamdan bilim çıkmaz. Bilim ancak özgür bir ortamda, bilim insanlarının görüşlerini korkusuzca söyleyebildiği, ifade özgürlüğünün garanti altına alındığı bir bağlamda gelişir. Aksi takdirde bilim adına söylenenler siyasi propagandadan başka bir şey olmaz.
(NÖ)