“İz bırakmamız gerek. Daha fazla iz. Olanın izleri.
Bunun olmasını nasıl engelleyeceğimizi öğrenmek için, ne olduğunu konuşmamız gerek.”
Sara Ahmed
Bizim üzerimizde çok iz bıraktılar. Bütün bu şiddet, ölümler, adaletsizlik, hukuksuzluk bizi yaralı varlıklara dönüştürdü. Sessizlikse bu yaraları derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Bu yazı, benim kendi sessizliğime son vermemin bir yolu. Elbette pek çok yoldan, sadece biri. “Üniversitede kalan” olmanın, Kocaeli Üniversitesi’nde kalmanın bende bıraktığı ize karşılık, bulunduğum yerden benim karşılığım.
Üniversitelerde yaşanan tüm bu çılgınlığa karşı, “içeride kalan herkes” kendince stratejiler geliştirdi. Kimimizin çenesine vurdu, kimimiz daha kısık sesle konuşmaya başladı. Kimileri daha farklı varoluş stratejileri geliştirdi. Kaç yıllık çalışma arkadaşına sırt çeviren, selamı sabahı kesen, ihbar eden, ihraç edilen hocalar odalarını toplarken görünmemek için kendini odasına kilitleyen ve nihayet boşalan kadrolardan kendine ikbal bekleyenlerden, boşalan odaları kapışmanın, hocasız kalan derslerin üstüne üşüşmenin, tüm bu rezilliğe biat etmenin bin bir “yaratıcı” yolunu bulanlardan filan bahsediyorum. Velhasıl birlikte üniversitede kaldıklarımızı düşündüğümde, kaldığımız yerin değil bir üniversite, bir otobüs durağı bile olabileceğinden şüpheliyim. Susmak ve sessizlikse, tüm bunlara şahit olmanın yükünü daha da arttırıyor.
2014 yılında Kocaeli Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım. Başka bir yerde yaptığım yüksek lisansımı bitirdikten sonra yine Kocaeli Üniversitesi’nde doktoraya başladım, daha doğrusu tabi olduğum (Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı (ÖYP) bunu gerektirdiği için başlamak zorunda kaldım. ÖYP isimli çılgın proje, pek çok genç akademisyen adayını istemediği doktoralar yapmak, istemediği senet yükümlülükleri altına girmek zorunda bıraktı sonra da topyekûn bir güvencesizliğin kollarına attı. Benim maceram da böyle başladı. “Dışarıdan gelen”, akademinin en altında yer alıp esneklikten, güvencesizlikten, keyfiyetten yakıcı biçimde etkilenen, akademik gelişimini büyük ölçüde bu keyfiyete karşı sürdürmeye çalışan araştırma görevlisi bir kadın olarak, bu işler bu hale gelmeden önce de, defalarca şok oldum, öfkelendim, güldüm. Kendini hala tabur yönetiyor zanneden ordu emeklisi üniversite yöneticileri, onların güya daha sivilleri, hemşeriler, çalıştığı bölümleri evinin salonu, bizi mutfakta sanan adamlar, ahbaplar, çavuşlar bir alamete binmiş gibiydik.
Kaldığımız yerin nasıl bir yer, inşa etmek istedikleri üniversitenin nasıl bir şey olduğunu bana gösteren ise şu olay oldu: Doktorada bir ders için yaptığım ödev, dersin hocası tarafından başka bir dile çevrilerek kendi adıyla yayınlandı. (Buraya binlerce ünlem koymak istiyorum ama yazı dili buna izin vermiyor maalesef.) Durumu fark ettikten sonra kendisini şikayet ettiğimde, çalıştığım bölümün ve fakültenin hatırı sayılır sayıda üyesinden gördüğüm destekten bahsetmezsem haksızlık etmiş sayılırım. Ancak o zaman, üniversite yönetiminden aynı desteği görmediğimi de aynı açıklıkla ifade etmem gerekir. Rektör yardımcılarından biri tarafından şahsen görüşmeye çağrıldım ve “doktora öğrencileri ve araştırma görevlilerinin hocalarını şikayet etmelerinin ileride yaratacağı sorunlar” üzerine bir uyarıyla (!) şikayetimi geri almam istendi. Bu uyarıyla karşılaşmamda, bugünlerde pek çok üniversitede yaygın bir fenomen halini almış olan, herhangi bir soruşturmadan kurtulmak ya da kadro alabilmek için Eğitim-Bir-Sen sendikasına transfer olmanın, transferler sırasında sendikanın üye adaylarına vaatlerinin ve nihayetinde bu rezil sendikal ilişkilerin de payı olabileceğini düşünüyorum. Şikayetçi olduğum kişi de, aynı günlerde mezkur sendikaya böyle bir transfer gerçekleştirmişti. Sonuçta şikayetimi geri çekmediğim için bir zahmet açılan ve elbette tarafı olarak bana karşı dahi şeffafça yürütülmeyen soruşturma, sonuçsuz kaldı. Bir başka yönetici “Sen zaten neredeyse beni suçlu çıkaracaklar diyordun, bak işte yırttın” esprisiyle bana sonuçsuzluğu tebliğ etti. Ben bu süreçten şunu anlıyorum; bugün Kocaeli Üniversitesi’nde intihal örgütlü biçimde destekleniyor, hakkını aramak istersen de hakkın tehdit ve alayla karşılaşmak oluyor. Dahası, aynı kişi akademik teşvik komisyonunda yer alabiliyor, bu da bana akademiden çok intihalin teşvik edildiğinden başka bir düşündürmüyor.
Bunları neden anlatıyorum? Çok şaşırdığım, inanılmaz bulduğum için değil. Bu çarpıklığın, bu rezilliğin bu kadar gündelikleşmemesi, sıradanlaşmaması, normalleşmemesi gerektiğine, sadece inandığım için. Elimde bunları ifşa etmek dışında bir araç olmadığı için. Bugün üniversitelerdeki halimizin bu saçmalıklar silsilesinden öte bir şey olmadığını söylemek için. Kimsenin de daha parlak bir görüntü çizebileceğini sanmıyorum. Öfkelenmek için, sadece bir dakikalığına, basit bir paragraf yazı yazarken bile lafı nasıl eğip büktüğümüzü, kendimize uyguladığımız sansürü düşünmemiz yeter aslında. Bütün bir emeğimizin çalınmasına, tehdit edilmemize, dalga geçilmemize gerek yok.
Hem doktora öğrencisi hem de araştırma görevlisi bir kadın olarak, eğitim ve çalışma yaşamımın her anına, üstümüze başımıza, kahkahamıza bile zaten karışılmasına, etik herhangi bir değerle bağdaşmayan pek çok rezilliğe katlanıp üniversitede kalmak bir motivasyon gerektiriyordu. Benim için bu motivasyonu, ilk KHK’yla ihraç edilsinler diye koşa koşa isimleri verilen, kıymetli Barış imzacısı hocalar, arkadaşlarım sağlıyordu. Onlarla aynı üniversitede çalışıyor olmak, akademik uğraşlarımız, sohbetlerimiz, öğle yemekleri, paylaştığımız koridorlar orayı üniversite yapıyordu. Üniversiteyi kendi başına bir ideal ya da tam tersi biçimde duvar, büro, iş yeri olarak görmediğimden, bir sosyal ilişkiler ağı olarak tarif ettiğimden; o ilişkileri oradan söktüğünüzde geriye kalan şey bir üniversite olmuyor. Ne oluyor, onu hiç bilmiyorum. Ama özellikle ihraç edilen hocaların başlattığı Kocaeli Dayanışma Akademisi’yle birlikte, kentin, öğrencilerin, çalışanların, kadınların, işte kim neresinden tutuyorsa bir yerinden tutan herkesin yarattığı alternatif bir kamusallığı deneyimlememiz, üniversitenin duvarlarından bizi özgürleştirdi, artık hiçbir şeyin anlamı kalmadığını sandığımız yerde kesilen nefesimizi açtı. İşte bir tek bu nedenle umut doluyum.
Söz söylemekle ilgili bir derdi olan, ayağını bastığı yeri kendince daha iyi bir yer olarak inşa etmeyi mesele eden tüm insanlar, gündeliğin tüm çarpıklığına, adaletsizliğine, şiddetine çocukluğundan beri uyanık olmayı öğrenen tüm kadınlar gibi ben de artık, kalmanın, kalırken susmanın, kalmak için susmanın, bazen “hanımefendiliğinden” susmanın yükü altında artık ezilmek istemiyorum. Sözün, ses vermenin, dertleşmenin, izini bırakmanın dünya için küçük, ancak bizler için büyük yankılarına inanıyorum. O yankıları, kendi kafamın içinde çok sık duyuyorum. Öfkenin ve ifşa etmenin, bu şiddetin karşısında eğilip bükülmemenin yorucu ama yıkıcı ve yaratıcı gücüne güveniyorum. Daha fazla konuşmamız, bu rezil ilişkileri ifşa etmemiz gerektiğini biliyorum, en önce hissediyorum.
Bitmeyen sohbetlerimizin birinde Hande hatırlattı, Çocukluğun Soğuk Geceleri’nden…: “Alışılagelmiş ilişkilere karşı çıktığın an, insanı yadırgıyorlar. Toplumdışı bırakmak için tüm çabalarını harcıyorlar. Toplum dedikleri kitlenin bir aradaki dayanılmaz yabancılaşmasını sanki kimse algılayamıyor. Aklımı ellerinizden kurtardım. Geçti.”.
Cinsiyetçi şakalarınızdan, kabalığınızdan, saygısızlığınızdan, dehşet veren hırsınızdan, oldurmaya çalıştığınız insandan, emeğe gözünü dikmiş hırsızlığınızdan, hepimize yaptıklarınızdan, ellerinizden aklımı, ruhumu kurtarmak istiyorum. Dilerim geçer. (MEÜ/BK)