Türkiye'de en yaygın hatalı ezberlerden birisi üniter devlet konusundadır. Neredeyse "üniform" biçimde algılanan "üniter devlet" ile "toprak bütünlüğü" aynı anlamda kullanılmakta ve bu çerçevede aşırı merkeziyetçi üniter devlete yönelik her türlü eleştiri, bölücülükle malul sayılmaktadır. Oysa üniterizm bir devlet biçimidir ve devlet biçimleri teknik olarak o devletin örgütlenme şekline ilişkin bir veridir, yani bu kavramın toprak bütünlüğü ile bir ilişkisi yoktur. Bir devlet, herhangi bir "devlet biçimiyle" demokratik toplum düzeninin gereklerini yerine getirebilir. Hangi devlet biçiminin söz konusu ülke için uygun olduğuna ise siyasi ve tarihi verilere dayanarak karar verilir. Ancak bu veriler farklılaştıkça, bu tercihte esnemeler yaşanabilir.
Üniter devlet ve tedavüldeki yanlışlar
Üniter devlet, tek iktidar merkezine dayanan ve ülkede geçerli olan tek bir hukuk düzeninin bulunduğu devlettir. Ancak buradaki "tek iktidar merkezi", coğrafi bir anlam da içermemektedir. Örneğin Anayasa Mahkemesi'nin (AYM) ille de Ankara'da bulunmasına gerek yoktur, yüksek yargıyı başka bir Anadolu şehrine pekala taşıyabilirsiniz. (bkz. Macaristan AYM örneği) Hatta ülkede eşit kalkınma istiyorsanız merkezdeki yetkileri, farklı şehirlerde paylaştırabilirsiniz. Bu da sizi adem-i merkeziyeçi üniterliğe yaklaştırır. Dolayısıyla öyle hiç de sanıldığı gibi, kolayca tek bir tanımlamaya sokulacak bir "üniterizm" de yoktur.
Türkiye üniter devleti
Adı hep, ülkenin kadim sorunlarına ilişkin yapılan tart(ış)malarda kırmızı çizgiler çizilirken geçen "üniter devlet" kavramı, 1982 Anayasasında açıkça yer almamaktadır. Ancak Anayasa'nın 3'inci maddesinde "Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür" şeklinde bir ifade vardır. Bu ifade, AYM tarafından "üniter devlet" biçiminde yorumlanmıştır. "Yorumlanmıştır" diyoruz, çünkü pekala bunun tersi bir yorum da mümkün olabilir. Şöyle ki ABD, Almanya veya İsviçre gibi üniter olmayan devletler de kendilerini ülkesi ve milletiyle bölünmez görebilirler. Zaten hiçbir egemen devlet, kural olarak ülkesinin bölünmesini istemez. Fakat bu temenni, o ülkeyi üniter kılmaz. Nitekim bölgesel nitelikteki İspanya'nın anayasasında "Anayasa, İspanyol ulusunun ayrılmaz birliğine, bütün İspanyolların ortak ve bölünmez vatan ilkelerine dayanır ve onu oluşturan ulusal topluluklarla bölgelerin özerklik hakkını, ayrıca kendi aralarındaki dayanışmasını tanır ve güvenceler" (md.2) ve yine İtalya anayasasında "Tek ve bölünmez olan Cumhuriyet, yerel özerklikleri tanır ve özendirir... (md.5) ifadelerine rastlanılmaktadır.
Yine bazı devletler çok milletli olmakla beraber üniter kalmaya devam edebilmiştir. Çin anayasasının başlangıç kısmındaki "çok milletli üniter devlet" ifadesi bunun tipik bir örneğidir. Bununla beraber bölgesel esnemeler de üniter devlet ile çatışmaz. Fransa, (özellikle Korsika ve Alsace - Moselle örnekleriyle) bu yönde bir esneklik taşımaktadır.
Çok dillilik tartışması
Üniter devlette ikinci bir resmi dilin (hatta kimilerine göre herhangi bir azınlığın veya herhangi bir ikinci dilin) asla söz konusu olamayacağı konusunda yaygın bir söylem vardır. Ancak "asla, asla dememek" lazım. Şöyle ki üniter bir devlet olan Finlandiya, İsveççe ve Fince dillerini resmi dil olarak kabul etmektedir. Etnik çatışmaları yeni anayasası ile aşan G. Afrika da, birden çok dili, resmi dil olarak kabul etmekte; komşumuz Gürcistan ise Gürcüce'nin yanında Abhazca'yı da resmi olarak tanımaktadır. Bununla beraber üniter devletlerin diğer birçoğunda (evet, genelleme yapmamıza izin verecek kadarında) tek bir resmi dil vardır. Ancak bu ülkelerin de büyük kısmında, ülke çapında çok dillilik söz konusudur. Zaten Avrupa özelinde "Avrupa Azınlık ve Bölgesel Diller Şartı'nın" tarafı olmuş ülkelerde bu bir yükümlülüktür de. Çünkü Şart'a göre taraf devletler, sayıları nüfusun diğer bölümünden daha az olan, ülke topraklarında geleneksel olarak konuşulan veya ülkedeki resmi dilin dışında kalan dilleri zenginlik olarak görüp, eğitim, adli merciler, idari makamlar ve kamu hizmetleri, medya, kültürel etkinlik ve mekan, ekonomik ve sosyal hayat alanlarında bu dillerin gözetilmesi yükümlülüğü altındadırlar.
Yeri gelmişken, çok dillilik konusunda "abartanlar" da yok değildir. "Dünyanın solundaki kıtada" daha birkaç sene önce hazırlanan ve başlangıç kısmında "... Evvel zaman içinde, dağlar yükseldi, ırmaklar yatağını buldu, göller oluştu. Amazon bölgemiz, Chaco'muz, platomuz, yaylalarımız, ovalarımız yeşilliklerle ve çiçeklerle kaplandı. Bu kutsal Toprak Ana'yı çeşitli yüzlerle donattık ve o günden bu yana, her şeyin çoğulluğunu ve varlık ve kültürler olarak çeşitliliğimizi taşıyoruz..." diyen Bolivya Anayasasında, İspanyolcanın yanında bir zenginlik olarak 36 tane yerel dilin yer aldığına dikkat çekmek de boynumuzun borcudur.
Uzatmayalım, birçok ülkede öyle ya da böyle çok dillilik meselesi bir şekilde düzenlenmiş veya kayıtlanmıştır. Türkiye'nin öteden beri süregelen sorunu, çok dilliliğin "inkar edilmesi" (eski md.26 ve 28) ya da "sessiz kalması" (mevcut durum) olmuştur. Oysa Türkiye'de birden çok dil bulunmaktadır. Öyle ki bugün sadece tartışmaların odaklandığı Kürtçe değil, fakat aynı zamanda diğer diller, Türkiye kültürel mirasının bir parçası olarak her şeye rağmen ayaktadır. Bu dillerin ille de resmi dil yapılmasına gerek veya ihtiyaç da yoktur. Ancak yeni bir anayasada İspanya'da olduğu gibi "devletin, ülkedeki dilsel çeşitliliği bir zenginlik olarak gördüğü ve bu dilleri koruma, bunlara özel olarak saygı gösterme yükümlülüğünü üstlendiğinin" (md.3) kayıt altına alınması ve bu çerçevede pozitif edimde bulunulması, öteden beri süren şiddet ortamının, bir arada yaşama iradesini yıpratmışlığına karşı panzehir olacak bir adım olarak görülebilir. Ne de olsa "Türkiye devleti, ancak Türkiye ülkesi ve Türkiye milleti ile birlikte bir bütünlük teşkil etmektedir" ve bu gerçek, anayasal açıdan değiştirilemez kılınmıştır.
_____________________________________
* Ar. Gör. Tolga Şirin, M.Ü. Hukuk Fakültesi, Anayasa Hukuku ABD.