Kobanê günlerdir ağır silahlarla donatılmış İŞİD çetelerinin kuşatması altında. Suruç’un hemen güneyinde, dümdüz bir ovaya kurulu, Suruç kadar bir kasaba. Öyle düz ve çıplak bir alanda ki, İŞİD’in Kobanê’ye doğru ilerleyişi neredeyse tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşti.
Kobanêliler kentlerini, yaşam biçimlerini savunmak için son derece eşitsiz koşullarda zorlu bir direniş sergiliyor. Direnişin esas olarak iman gücüyle yürütüldüğü söylenebilir. Kuşkusuz önemsiz bir güç değil bu.
Tarihte maddi koşullar itibariyle son derece eşitsiz koşullarda inançla, irade gücüyle yürütülmüş direniş örnekleri mevcut. Ancak insanlığın hafızasında onurlu birer sembol olarak yer etmiş bu örneklerin çoğu, eşitsiz koşullardan dolayı kaçınılmaz katliamlarla sonlandırılmış. Dolayısıyla İŞİD tanklarına karşı inanç ve iradeye dayalı direnişin de ancak bir yere kadar sürdürülebileceği açık.
Türkiye’nin kapıları mültecilere açılmıştı. Bir süredir yaralılara da açıldı. Kobanê-Suruç sınırından Suruç devlet hastanesine taşınan yaralı Kobanêlilerin sayısı her geçen gün artıyor. Sivillerin bir kısmı Türkiye’ye geçmiş ancak bir kısmı kaderini kentin kaderiyle birleştirerek kalmayı tercih etmiş.
Bayram boyunca, özellikle bayramın üçüncü günü ambulanslar bir yandan ağır yaralı sivilleri taşırken bir yandan da Kobanêli savaşçı kadınları ve erkekleri taşıyordu. Yaşları 17-24 arasındaki bu gençler, son yirmi gündür doğru düzgün uyumamışlardı. İŞİD’in dış mahallelere girmesinin ardından ağırlaşan koşullar nedeniyle doğru düzgün beslenmemişlerdi, susuz kalmışlardı ve tedavilerini yapmakta olan sağlıkçılara ilk soruları Kobane’ye ne zaman geri dönebileceklerini oluyordu. Öyle görünüyor ki şehri terk etmeyecek, tümü imha olana değin direnmeye devam edecekler.
Tam da bu nedenle Kobanê sözcüleri İŞİD’in son saldırısının başladığı günden bu yana her fırsatta İŞİD saldırıları durdurulmadığı takdirde katliam yaşanacağını dile getirdiler. İŞİD’in durdurulmasını ya da etkin savunmada bulunmalarına yardım edecek donanım sağlanmasını talep ettiler. Buna karşın Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyinde İŞİD’e karşı ortak mücadelenin konuşulduğu günlerde dahi talepleri karşılık bulmadı. Somut adım atılmadı
Katliam “Uygar Dünya”nın gözleri önünde yaklaşırken
Bir direnişle karşılaşmadan kısa sürede Musul’u işgal eden İŞİD’in oradan çıkarılması için anında müdahale eden Amerika Birleşik Devletleri (ABD) dümdüz ve çıplak bir alanın ortasındaki Kobanê’nin gün gün ilerleyen İŞİD tarafından kuşatılması karşısında, ne zarar verdiği belirsiz birkaç bombardıman dışında bir şey yapmadı. Kobanê için tüm dünyayı harekete geçmeye çağıran Birleşmiş Milletler’in de, diğer koalisyon güçlerinin de bu konuda sonuç alıcı bir girişimleri yok.
Yapılan, içi boş açıklamalar. Hatta verili koşulların değişmesi için somut adım atılmadığı taktirde ortaya çıkması malum sonucun beklendiğini dahi düşündürebilecek açıklamalar. Nitekim ABD Genel Kurmay başkanı “Korkarım Kobanê düşecek” açıklamasında bulundu. Aynı gün Türkiye Cumhurbaşkanı da “şu anda Kobanê düşmek üzere” diyordu.
Şengal’de nasıl gerçekleştiğine tanık olduğumuz türden bir katliam adım adım Kobanê’ye yaklaşıp onu kuşatırken neden boş laf dışında kimse bir şey yapmıyor? Etnik, dinsel, mezhepsel bölünme ve çatışmalar coğrafyasında Kobanê’ye reva görülen makus talihin gerekçesi nedir?
“Yeni Ortaçağ”?
Bu soruların yanıtını, neden siyasi olay ve olguların, çatışma ve ittifakların giderek artan şekilde dinsel, mezhepsel hatlar üzerinden tanımlanmaya, açıklanmaya başladığı sorusu üzerinde durarak aramaya başlamak gerekiyor belki de.
ABD’nin Irak’ı işgaliyle başlayan süreç içinde Ortadoğu’da oyun, giderek artan bir şekilde dinsel mezhepsel ayrımlara göre kuruluyor. 20. Yüzyıl başlarında çizilen sınırlar işlevini yitirirken, siyasi partiler gibi modern yapılar da yerini cemaatlere, aşiretlere bırakıyor.
Modern dünyaya ait yapı, kurum ve örüntülerin yerini modern öncesine ait olanların almaya başlaması belki en çok, her şeyin altüst olduğu Ortadoğu’da belirginleşmiş vaziyette ancak dünya genelinde de bu durumun izlerine rastlamak mümkün. Söz konusu izlerden yola çıkarak geçtiğimiz yıllarda “yeni ortaçağ” yorumunu yapanlar pek de haksız sayılmasalar gerek.
Zira Ortaçağ'ın geride kalmasıyla şekillenmeye başlayarak çağımıza damgasını vuran siyasal yapılar ve bu yapıları meşru ve mümkün kılan nosyonlar hayli aşınmaya uğradı. Gerisinde birkaç asırlık felsefi, ideolojik, iktisadi ve politik gelişim süreci bulunan ulusal devletler, küresel ve “ulusal” düzlemlerde halen temel siyasal birimler olmayı sürdürseler de, bu birimlerin şekillendirdiği 20. yüzyıl dünyasında yaşamıyoruz artık.
Bilimsel teknolojik donanımlı orduların marifetiyle yürütülen ve ardında 30 milyonu aşan can kaybını, Nagazaki’yi, Hiroşima’yı Auschwitz'i, Holocaust'u bırakan dünya savaşları, aklın üstünlüğünü ve aydınlanmanın temel değerlerinin geçerliğini sorgulatalı epeyi olmuştu.
J.J. Rousseau’nun soyut düzlemde eşit yurttaşların oydaşmasına dayanan toplum sözleşmesi kuramının da, etnik, dinsel, mezhepsel kimlik, cinsiyet vb. aidiyetlerden bağımsız eşitlik vadeden yurttaşlık nosyonun da ulus devlet pratiklerinin prizmasında tuzla buz olmasına tanıklık etmek için de uzun süre beklemek gerekmemişti.
Baskıcı olanlar, kimi zaman göçertmeleri, sürgünleri, kitlesel imhaları da içeren zorunlu asimilasyon politikaları uygularken, “demokratik” olanların ulaştığı en ileri nokta da entegrasyonu ve “çokkültürcülük”ü aşamadı ne yazık ki.
Nihayetinde soyut düzlemde eşitlik vadeden yurttaşlık nosyonundan geriye kala kala esas olarak egemen sınıftan/cinsiyetten/etnik çekirdekten/dinsel, mezhepsel gruplardan olanın avantajlı durumunu görünmezleştirmeye hizmet ettiği gerçeği kaldı.
Ulusal düzlemde durum buyken, sözleşme kuramından mülhem şekillendirilen milletler sistemi de, günümüz Birleşmiş Milletlerinin işlevlerinde kristalize olduğu üzere, güçlünün hegemonyasını meşrulaştırmanın ötesine gitmedi. Peki ne oldu da 20. yüzyılın cilalı kurumları, kavramları bu hale geldi?
Soruya, Ortaçağın derebeylik sisteminden 20. yüzyılın ulusal devletler sistemine geçişi salt siyasal bir pencereden bakarak yanıt verme olanağı yok gibi. Siyasal olan bire bir iktisadi olana indirgenemeyecek olsa da çoğu siyasal gelişmenin gerisinde önemli ekonomik itkiler bulunduğu göz önüne alındığında, bu boyutu da gözeten bir yerden bakmakta fayda var.
Bu şekilde ve çok kaba bir genellemecilikle baktığımızda ne söylenebilir? Ortaçağın derebeylik sisteminin, bağrından çıkan kapitalist sistem için elverişli olmadığıyla başlanabilir örneğin. Emek gücünün, malların ve sermayenin serbestçe dolaşabilmesi için güvenliğe, standartlaştırılmış düzenlemelere, kurallara ihtiyaç vardı ve ulusal devletler de bunu fazlasıyla sağladı.
İşlerin bu yolla daha kolay ve ekonomik hale geldiği bile söylenebilir. Zira içteki egemenlik ilişkilerinin görünmezleştirilmesinde “milli irade” söylemi ne ölçüde işlevsel olduysa, dıştaki bağımlılık ilişkilerinin görünmezleştirilmesinde de “ulusal bağımsızlık” söylemi o ölçüde işlevsel oldu.
Geçmişteki sömürgeci ilhakların, insan gücünün, yeraltı veya yerüstü zenginliklerin zorla ele geçirilmesinin ve naklinin yerini, işçi işveren arasında imzalanan “iş sözleşmeleri”, “bağımsız” devletler arasında imzalanan ekonomik ve siyasi işbirliği anlaşmaları, imtiyaz sözleşmeleri aldı. Bu hiyerarşilerin dışında bağımsız bir varoluş sergilemeye çalışan rejimler türlü güçlüklerle karşılaştılar.
Sözleşme emek sömürüsünü ortadan kaldırmayıp bir düzene kavuşturduğu gibi “bağımsız” birer devlet olmaları kapitalist emperyalist sistemin barındırdığı hiyerarşileri yok etmedi. Hatta kimi durumda tek işlevi bizatihi bu hiyerarşileri tahkim etmek olan “bağımsız” devletler dahi kuruldu.
Nitekim Afrika’da ve Ortadoğu’daki gerilim ve çatışmaların çoğunun kaynağını bu durum oluşturuyor. İmtiyaz sahiplerinin kendi aralarındaki güç ilişkilerini onlar üzerinden yürütmesi ise çatışmaların bir türlü bitmemesine yol açıyor. Suriye’de iç savaşın bir türlü sonlanmamasının ardında ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin gibi büyük aktörlerin kendi aralarındaki güç dengelerinin bulunması gibi.
Sadece Suriye değil, şu an Ortadoğu’daki, Afrika’daki yerli halkları yerlerinden eden, yüzbinlercesinin, milyonlarcasının hayatına mal olan pek çok çatışmanın gerisinde, bu aktörler arasındaki güç savaşlarının bulunduğu sır değil.
Kanlı oyun öyle çok sahnelendi ki neredeyse artık bir sonraki hamlenin ne olacağını tahmin etmek zor olmuyor. Çoğu yukarıda bahsedilen gayeyle tohumları daha başından yanlış çekilmiş sınırların dibine ekilmiş olan ya da burjuva liberal siyaset kuramının kavram ve kurumlarının imkansız vaatlerinin gerçekleşmemesinin yarattığı hayal kırıklığından doğarak, bir gün işe yarayacağı düşüncesiyle beslenmiş çelişkiler çatışmaya dönüştüğünde, imtiyaz sahipleri kendi konumlarını en iyi koruyacakları şekilde taraf oluyorlar.
Yüzler, binler, milyonlar ölüyor. Sürgün oluyor. Kadınlar tecavüze uğruyor. Sonunda kim kaybederse kaybetsin, kazananlar yine imtiyaz sahipleri oluyor. Yıkılanın yerine yeni müttefik rejimler kuruluyor, aslolan imtiyazların sürmesi. Bu arada elbette yürek burkan açıklamalar eşliğinde “insani yardım”lar yapılıyor.
Sonunda da yıkılanlar yeniden inşa ediliyor. Çarklar dönmeyi sürdürüyor. Bu arada ABD'nin işgalinden sonra Afganistan kadınlarının kurtarılmasını sembolize etmek amacıyla düzenlenen güzellik yarışması gibi skeçler sahnelenebiliyor.
Sovyetler Birliği'nin bir dönemlik mevcudiyeti, dışarıda emperyalist güçlere karşı bir denge unsuru olarak göreceli bir bağımsızlığı olanaklı kılarken içeride de kapitalist sömürünün dizginlenmesinde etkili olmuştu. Onun tarih sahnesinden çekilmesinin ardından nicedir kapitalist emperyalist sistemin küresel düzlemde de “ulusal” düzlemde de zincirlerinden boşalmasına tanıklık etmekteyiz.
20. yüzyılın siyaset düzenini kuran kuramlar, anlaşmalar, sözleşmeler, kurumlar yine bizzat onun eliyle aşındırılıyor, yok ediliyor. gelinen aşamada ihtiyaç duyulan şey kuralsızlık. İşçi-işveren arasındaki sözleşme, işveren lehine feshediliyor. Artık taşeron ve kiralık işçi dönemindeyiz nitekim.
“Bağımsız devletler arası ilişki” mizanseni, BM’nin sözde varlığı, tarafları bağlayıcı sözleşmeler de ABD’nin türettiği “önleyici savaş” gibi kavramlarla ilga ediliyor. Ortaya çıkan ise koca kaotik bir boşluk.
Hayat boşluk kabul etmiyor tabi. Hiyerarşiler aynı hiyerarşiler, sömürü aynı sömürü, Batı ile Doğu arasındaki uçurum aynı uçurum, hatta daha büyümüş haliyle, emekle sermaye arasındaki de öyle. Ancak bu çelişkileri tanımlayacak kavramlar altı boşaltılmış ya da ilga edilmiş vaziyette.
Söz konusu eşitsizliklerin yol açtığı öfkenin eşitlik kurucu bir şekilde kanalize edileceği yeni kurumlar, kanallar da ya henüz yok ya etkisiz. Onun yerine sahneyi dinsel mezhepsel tepkiler alıyor. Ayrımcı göçmen politikalarına, ırkçılığa duyulan öfke, batıyla özdeşleştirilen her türlü değere, ilkeye nefrete tahvil ediliyor.
Boko Haram Afrika’nın yer altı zenginliklerinin hala batılı güçlerce sömürülmeye devam etmesine duyulan öfkeden besleniyor ve geride batı tarzı karma okullarda okuduğu için kaçırılan kız çocuklarının belirsiz akibeti kalıyor.
İŞİD’in rehin alarak boğazını kestiği batılı kurbanların üstünde Guantanamo turuncusu giysiler. Aşağılanmanın, şiddeti toplumsal bir seyirliğe çeviren yansıması. Şiddetin tıpkı Ortaçağ'da olduğu gibi seyirlik uygulanması.
Bu arada söz konusu şiddet gösterisinin, Batıda ırkçı faşizmi besleme açısından son derece işlevsel olduğu da vurgulanmalı. Irkçılık yükseliyor, üçüncü kuşak göçmen çocuklar, batıda maruz kaldıkları ırkçı dışlanmanın, aşağılanmanın öfkesiyle cihat için Ortadoğu’ya akıyor. Haçlı seferlerinde de Batıdan doğuya doğru bir akın yaşanmıştı.
Kuşkusuz bambaşka saiklerle. Ama ilkinde olduğu gibi ikincisinde de Batının safrasını atmasına yardım ediyor. İlkinde Batının kendi işsiz güçsüzleri seferber edilmişti. Çelişkilerin yeniden dinsel aidiyetler ve doğu batı karşıtlığı üzerinden tanımlandığı ikincisinde ise bu kez göçmen safrası atılıyor. Üçüncü kuşak göçmen cihatçılar, ayrımcı dışlayıcı göçmen politikalarının meşruiyet zeminini genişletmeyi mümkün kılıyor. Hoş geldin yeni Ortaçağ!
Umut?
Kobanê’ye ve çağrılarının neden karşılık bulmadığı sorusuna dönecek olursak, yanıtın biraz da yukarıdaki tablo ile alakalı olduğu ortaya çıkıyor. Kobanê, Ortadoğu’ya reva görülen yeni ortaçağ karanlığı içinde küçük bir ışık. Ulus devlet eleştirisinden, kabile örgütlenmesine ricat etmeyi çıkarmamış.
Aydınlanmanın eşitlik, özgürlük, adalet gibi ideallerini, alternatif bir modernleşme pratiği içine realize etmeye çalışıyor. Devlet olmadan toplumsalı inşa etmeyi deniyor.
Petrol imtiyaz anlaşmalarının üzerini örten etnik, mezhepsel, dinsel bölünmeler cehenneminde, etnisiteye, mezhebe, dine dayalı olmayan ve tümünü kapsamayı hedefleyen meclisler şeklinde örgütlenmeyi esas alıyor. Bu haliyle çelişkilerin İslam-Batı karşıtlığı üzerinden ve etnik/mezhepsel/dinsel bölümler ekseninde kurulmak istendiği yeni bölgesel matriste çok ayrıksı durduğu açık.
Komşularından, Batıdan kurban olarak kurtarılmayı talep etmediği gibi biat pazarlıklarına da boyun eğmiyor. Batı tarafından kurtarılışları güzellik yarışmalarıyla taçlandırılacak kurban kadınlar da yok Kobane’de. Onlar cephede, cephe gerisinde, meclislerdeler. Dolayısıyla her açıdan kötü örnekler. Küçücük de olsa tehdit olarak algılanan kötü bir örnek.
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jen Psaki, Kobanê’yi soran gazetecilere verdiği, Kobanê'nin düşmesini istemediklerini ama öncelikli hedeflerinin petrol rafinerilerinin olduğu yerlerin kontrolünü sağlamak olduğu yanıtıyla, aslolanın eşitsiz bir savaşta katliamla karşı karşıya olan bir kent halkı değil petrol rafinerilerinin güvenliği olduğuna açıklık getirmişti ama öyle olmasalar, sırf göz göre göre gelen bir katliama sessiz kalma vebalini açıkça üstlenmiş olmamak için “kurtarılabilirlerdi”.
Ama olmuyor. İmtiyaz sahipleri için de onların kurduğu oyunda rol almaya istekli yerli sahipler için de tehlikeli bulunuyorlar. ABD Genelkurmay başkanının “korkarım düşecek” açıklaması da daha çok düşmemesi ihtimalinden duyulan kaygıya tercümanlık ediyor sanki. Bu nedenle kendi kamusal söylemlerini çiğneme pahasına hiçbiri kıpırdamıyor.
Kobanê daha ne kadar direnebilir, bugünden tahmin etmek güç. Ayrıca olur da ayakta kalmayı başarabilirlerse, bu küçük ışığın büyümesi ve daha makro ölçeklerde hayata geçirilebilmesi mümkün olabilir mi, o da müphem.
Buna rağmen Kobanê’nin, Ortadoğu’ya reva görülen Ortaçağ karanlığı içinde, her şeyin başka türlü olabileceğine dair bir umuda daha şimdiden kaynaklık ettiği söylenebilir. Paris Komünü’nün topu topu iki ay yaşayabildiği de düşünülecek olursa. (HÇ/BA)
Handan Çağlayan, Dr., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde sosyal politika ve siyaset bilimi okudu. Doktora öğrenimini aynı fakültede 2006'da tamamladı. Hemşirelik, sendikacılık ve araştırma görevliliği yaptı. Sınıfsal, etnik ve cinsiyete dayalı ayrımcılık pratikleriyle bunların birbirleri arasındaki ilişki üzerine çalışmalarını sürdürüyor. Kürt Kadınlarının Penceresinden/ Resmi Kimlik Politikaları, Milliyetçilik, Barış Mücadelesi ile Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar/ Kürt Hareketinde Kadınlar ve Kadın Kimliğinin Oluşumu kitapları İletişim Yayınları'ndan Kürt Kadınların Zorunlu Göç Deneyimi (Şemsa Özar ve Ayşe Tepe ile birlikte) Ayizi'nden, Aynı Evde Ayrı Diller/Kuşaktan Kuşağa Dil Değişimi/Diyarbakır örneği, DİSA Yayını, Lis Yayınevinden çıktı. |