Uzun süredir çiçek açmıyor menekşem. Yerini sevmediğini düşünüp aldım diğer pencerenin kenarına koydum. Orayı hiç sevmedi, yaprakları da değişik oldu bu sefer, büzüş büzüş. Bir arkadaşım “su dengesini iyi yapman gerek hatta toprağını da değiştirmeyi deneyebilirsin“ dedi. Gittim toprak almaya. Almışken yeni de bir saksı alayım dedim. Değişiklik olsun dedim menekşeye, sıkılmıştır hep aynı saksıda belki. Ben çiçek olsam sıkılırdım mesela. İnsan sürekli aynı tabakta ömrünün sonuna dek yemek yiyemez değil mi! Sürekli aynı kıyafetle de dolaşamaz. Sıkılır yani. Sıkıntı diye bir şey var şu hayatta. Bazen duvarlara bakınca bile geçmiyor. Yatağın sürekli aynı tarafında yatınca da sıkılırsın. Sağında yatıyorsun diyelim arada sola geçmek gerekir. Oradan da bakmak gerekir tavana, kapıya, yanındaki adama, kadına…
Neyse konu dağılmasın, menekşe diyordum. Valla bana mısın demedi yine. Aynı suratsızlıkla devam ediyor hayatına. E ben de kendi haline bıraktım sonunda. Kendi haline bıraktım dediysem yok saymıyorum elbette onu. Arada konuşuyorum kendisiyle. Çiçeklerle konuşmaya biraz erken başlamış olabilirim. Kendi kendime konuşmaktan iyidir.
Menekşeye kaptırdım gidiyorum, aslında daha mühim başka bir mesele var.
Lahanaların hiç tadı yok bu sene. Geçen alayım dedim kapuska yapacaktım zeytinyağlı şöyle biraz da acılı olsun dedim. Anneannemin kulakları çınlasın çok güzel yapar. Hele lahana dolmasını.
Ayol sanki laboratuarda üretmişler bu lahanaları. Bu ne tatsızlık! Biraz baharat filan katınca daha yenilebilir bir hale geldi neyse ki. Yanına da yoğurt aldım. Zaten bana göre yoğurdun güzelleştiremeyeceği hiçbir şey yok.
Bizim market Çatalca’daki bir çiftlikten getiriyor yoğurtları. Nasıl taze, nasıl lezzetli.
Benim kedi de çok seviyor. Kocaman bir kase yoğurt koy önüne yer. Balık yemez ama. Niye? Çünkü biraz değişik.
Kediler çok acayip varlıklar. Bak benimki evden çıkacağımı anladığı zaman geliyor kapının önüne, kendisini yere atıp açıyor göbeğini. Seveyim onu diye. Yahu evden çıkacağım vakti mi buldun kur yapacak.
O gün de spor ayakkabı almaya gidecektim kendime. Niye “gidecektim” dediysem. Gittim işte. Aldım da. Şimdi markasını söylemeyeyim reklam olmasın. Hem de baya uygun bir fiyattaydı. Yılbaşından sonra indirime girdi çoğu yer. Bazı mağazalar hiç girmiyor indirime ama! Ne özgüven onlarınki de. Gerçi çok da kaliteli ürün yapıyorlar. Varsın girmesin indirime. Helali hoş olsun o para. Bak kaliteli ürün çok önemli. Gerekirse bir tane olsun ama kaliteli olsun.
Neyse o spor mağazası indirimdeydi ama. İyi oldu benim için. Devir ekonomi devri azizim. Çok da rahatlar. Sabahları kilometrelerce yürü, çok da güzel uyum sağlarlar, gıklarını da çıkarmazlar. Canım spor ayakkabılarım. Sabah yürüyüşü çok iyi geliyor. İnsan baya açılıyor. Yürüyüşten sonra çok da güzel bir kafe keşfettim. Çayları çay gibi kokuyor valla.
Eskiden taş çatlasa 7-8 tane kafe vardı bizim mahallede. Gelen gideni tanırdı, giden de geleni. Çaylar da her zaman çay gibi kokardı. Şimdi neredeyse bir sokakta 8 tane cafe açıldı. Çok hoş dizayn edilmiş yerler allah için. Ama tıkış tıkış masalar, çayları kahveleri de birbirinden beter. Kimin girip çıktığı da belli deği.
Ama tek tük de olsa dışı gibi içi de güzel yerler çıkabiliyor insanın karşısına.
“Dışı seni içi beni yakar” demiş ya eskiler. Bak çok doğru bir laf. Hiçbir şey vallahi göründüğü gibi değil. Bu sosyal medya çok süslü gösteriyor her şeyi. Elalem birbirinin hayatına özenip özenip duruyor. Sosyal medya mutluluğu diye bir şey var artık. Yahu mutluluğun fotoğrafı olmaz ki. Mutluysan fotoğraf çekmeyi düşünmezsin zaten. Ordasındır yani. Fotoğraf kimin aklına nasıl gelsin. Ben mesela hep canımın en sıkıldığı zamanlarda fotoğraf paylaşıyorum. Can sıkıntısı pek mühim mesele zaten yukarıda da bahsettim. Tekrar temcit pilavı gibi ısıtmaya gerek yok, daha soğumamıştır bile.
O değil de bu sene iyi kış yaptı. Diz boyu kara ulaştık resmen. Belediye de fena çalışmadı hani. Ara sokakları filan çok muntazam bir şekilde tuzladılar. Ama yine de 3 gün kar tatili oldu. Ohh mis! Tatillerin en güzeli. Öğrenciler de öğretmenler de iyi dinlendi. Önümüzdeki hafta kar yine geliyormuş diyorlar. Yine tatil olur mu acaba! Evlere çekilip iyi kitap okuduk. Bak kitap dedim de geçen yeni aldığım bir kitabı arkadaşıma ödünç vermiştim. Daha kitabın kapağını açmadan yani. Peki arkadaşım ne yapmış? Tükenmez kalemle altını çize çize, kitabın orasını burasını kıvıra kıvıra okumuş bir de utanmadan kitaptaki bir sayfanın fotoğrafını çekip instagrama koymuş. Ben şoktayım tabi. Kitap okumanın da bir adabı var yani. Hele başkasının kitabını okumanın. Bir de kitap konusunda ne kadar hassas olduğumu beni tanıyan bilir. O tanıyamamış demek ki. Ben de onun bu denli hoyrat olduğunu bilememişim. Hoyratlık çok feci bir şey. Kitaba kıymet vermeyen hiçbir şeye kıymet vermez ben sana diyim.
***
Sıkıldınız mı? Çok mu uzattım?
Özledim de ondan.
Neyi mi özledim?
Gündelik hayatın dertleriyle meşgul olmayı, havadan sudan konuşabilmeyi.
Havadan sudan!
Önemsiz bir şey gibi mi geliyor böyle yazınca? Dünyanın en önemli şeyi halbuki.
Dünyanın en ferah, en dingin, en barışçıl, en hafif, en sahici meselesi aslında.
Ve ben çok özledim.
Bu ülkenin derdi hiç bitmedi ama bu derdin insan canlılarının yüzlerine bu denli sinmediği günleri özledim.
Acaba nerede bomba patlattılar, kaç kişi öldü, kimi içeriye aldılar, kim nereye kaçtı, kim ne dedi gibi sorularla beynimizi yakmadığımız günleri özledim.
Günlük/haftalık/aylık travma menüsünün ruhumuza dayatılmadığı günleri özledim.
Gelecek kaygısının aklıma mukayet olmayı zorlaştırmadığı günleri özledim.
İnsanlara “hayır“ kelimesinin anlam ve önemini anlatmak zorunda kalmadığımız günleri özledim.
Şişme mont giyen, büyük çanta taşıyan, kocaman sakalı olan adamlardan tedirgin olmadığım günleri özledim.
Toplu taşımaya sadece havasız diye, kalabalık diye binmek istemediğim günleri özledim.
Mahallede alışveriş yaptığım -hani şu Çatalca’dan doğal yoğurt getiren- marketin adı “umut“ market.
Poşetlerinin üstünde de “umut” yazıyor. Poşetin içinde taşınan da umut olabilseydi keşke.
Umudun bir market adı olmadığı günleri özledim. (TI/HK)