* Fotoğraf: Yunus Emre Günaydın - İstanbul / AA
Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin 7 Nisan 2021 tarihli grup toplantısında, “İsteseniz de istemeseniz de biz kanal İstanbul’u yapacağız ve Milletimizin emrine sunacağız” demişti. Bu radikal söylem, sadece Kanal İstanbul özelinde ortaya çıkmış değil. Daha önce, İstanbul Havalimanı, 3’üncü Köprü ve bu hafta 8’inci yılını tamamlayan Gezi Olayları’nda da karşımıza çıkmıştı.
“Biz yaptık oldu”, “Bu bir devlet yatırımıdır”, “Yapılması zorunludur”, “Bunun aksini söyleyen dinsizdir”, “Radyasyonlu çay daha lezzetli oluyor”, “Bunlar Batı tezgâhı” gibi AK Parti döneminden önce de tekrarlanan absürt söylemler, faydacı ve sözde toplum lehine bir bakış açısı sunarak uzun vadeli ekolojik yıkımın üzerinin örtülmesi ile bir tür zaman miyobu[1] yaratmaya çalışıyor.
Siyasetin zirvesinde bulunanların ve onlardan “hız” alan maddi güçlerin, insan eliyle yapılan tahribatlara ve o tahribatların ulusal (hatta evrensel) etkilerine, tahribattan doğrudan etkilenen masum ve habersiz üçüncü taraflara kulaklarını tıkamaları yeni bir şey değil.
Ekolojik yıkımın büyüğü-küçüğü olmaz
Çernobil’de 26 Nisan 1986 gecesi patlayan 4 numaralı reaktör, önce bulunduğu binayı, sonra da Karadeniz’i paramparça etti. Yarattığı ekolojik yıkımın yanında, hayatını o doğanın sundukları ile kazanan yöre halkını da zamanın bütün vadelerinde yaraladı.
3 Eylül günü Avrupa ülkeleri radyasyonlu olduğu gerekçesi ile Türkiye’den fındık alımını durdurdu. Bunu 14 Aralık günü Federal Almanya’nın Türkiye’den aldığı 13 ton çayı iade etmesi izledi.[2] Yöre halkı, ciddi ekonomik sıkıntılar yaşadı. Türkiye’de ise, yörenin fıkralarını trajikomik şekilde andıran gelişmeler yaşandı. Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral, gazetecilerin önünde çaydaki radyasyonun zararsız olduğunu ve “Türkiye’de radyasyon var diyenlerin dinsiz olduğunu”[3] ileri sürerek “tavşan kanı” çayından koca bir yudum aldı.[4] Radyasyon, devletin zirvesinin toplantılardaki espri konusu oldu.[5]
Gazeteci İsmail Saymaz, Çay Güzeli isimli öykü kitabında anlattığı Karadeniz insanını şu şekilde tanımlar: “Deniziyle olan bağı otoyollarla koparılanların, HES’lerle deresi kurutulanların, yaylasına kastedilenlerin ve özelleştirme tehdidiyle çayına göz dikilenlerin öyküsüdür”[6] Karadeniz insanın öyküsü…
Karadeniz’in “kör” talihi Çernobil’le başlayıp, Saymaz’ın da sıraladığı gibi İkizdere’ye kadar uzandı. İyidere Lojistik Liman projesine hammadde sağlamak için yapılması öngörülen Cevizlik Taşocağı’nın inşası uğruna başlayan doğa katliamı; yine faydacı söylemlerle ve kısa vadeli getirileri ile olumlanmaya çalışarak, uzun vadeli etkileri görmezden gelindi.
Marmara müsilajı: bir çürümenin ilanı
Aslında, ekolojik yıkımın uzun vadede sebep olacağı tahribatları göz önünde bulundurmadan atılan adımların sonuçları, Türkiye’nin tek kapalı denizi olan Marmara’da görülmeye başladı. “Marmara Denizi, ölü bir tuzlu su yatağına dönüştü.”[7]
Marmara’nın 2020 Kasım’ından beri etkisi altında olduğu müsilaj (deniz salyası), ekosistemin doğal işleyiş sürecinin insan eliyle nasıl bozulduğunun kanıtlarından biri. Uzmanlara göre kapalı deniz olması sebebiyle, doğal süreç içerisinde oluşması gereken müsilaj, küresel iklim değişikliğinin[8] ve sanayi atıklarının arıtılmadan denize dökülmesi sebebiyle; olması gerekenden yoğun ve kalıcı durumda.
Üstelik, bu ay temelleri atılması öngörülen Kanal İstanbul’un da bu haldeki Marmara Denizi’ni nasıl etkileyeceğine dair, herhangi bir çalışma yapılmış değil.[9]
Marmara, bizim atıklarımızı kaldıramazken, atık ithalatında rekor kırdık. Eurostat’ın verilerine göre, 2019’da AB ülkelerinden en çok çöp alan ülke 11,4 milyon ton ile Türkiye oldu. AB’nin aynı yıla ait toplam çöp ihracatı ise 31 milyon ton. Yani, 27 AB ülkesinin atıklarının neredeyse 3’te 1’ini Türkiye almış.[10]
Felaketten ders almamak: Akkuyu
Peki, Çernobil’in yarattığı yıkımın acıları hala akıllardayken, Mersin’in Akkuyu bölgesinde bir nükleer santral inşa etme fikri, tarihin tekerrürünü göstermiyor mu?
Akkuyu Nükleer santralinin öyküsü, 1976 yılına kadar uzanıyor. Ancak bakanlık ile yüklenici firmalar arasındaki anlaşmazlıklar sebebiyle 2010 yılına kadar uzayan süreç, Türkiye ile Rusya arasında yapılan antlaşma ile son şeklini aldı.[11]
Santral tamamlandığında “Türkiye’nin elektrik enerjisi ihtiyacının yüzde 10’ununu karşılayacak.”[12] Çernobil’den daha taze olan Fukuşima (2011) faciası da göz önünde bulundurulursa, bütün dünyanın nükleersizleşmeye çalıştığı bir dönemde, bu santralin yörenin doğasını, canlı yaşamını ve turizmini ne kadar olumsuz etkileyeceği ortadadır.
Üstü “altın”dan daha değerli (mi?)
Akdeniz’de durum böyleyken, Kazdağları’nda siyanürlü altın işletmeciliği faaliyetlerinin yok oluşa varan tahribatı da ancak yöre halkının direnişinden sonra gündeme geldi.
Altın madenciliğinin yapıldığı alanlar, üzerinde binlerce canlının yaşadığı ekosistemleri, ormanlara ve verimli akarsu kaynaklarına sahip olan dağları yok edip, biyoçeşitliliği ortadan kaldırıyor. Yerine ise, ay yüzeyine benzer “ölü” alanlar bırakıyor.[13] Tıpkı Kazdağları’nda olduğu gibi…
Yarattığı tahribat toksik maddelerin yarattığı kadar “korkutucu” görünmese de betonlaşmanın da çevreye etkisi azımsanacak düzeyde değil. Bu etkinin kısa vadede yaptıklarına en belirgin örneklerden biri de Salda Gölü’dür. Gölün ayak dahi basılmaması gereken alanlarına giren iş makinelerinin, beyaz kumulları kazıp başka bölgelere taşımasıyla başlayan tahribat, Millet Bahçesi’nin yapıldığı bölgedeki kumların doğal yapısının bozulması ile devam ediyor.
Bunun yanında, iş makineleri, bir heves uğruna da 12 bin yaşında olan, akarı ve kaynağı olmayan “dipsiz” bir gölü boşaltabiliyor. Dün sığırları yuttuğu söylenen Dipsiz Göl, bugün bir anlamda insanoğlu tarafından yutulmuş durumda.[14] Böyle bir tahribatın geri dönüşünün olmayacağı da dipsiz gölü eski haline getirme çabalarının sonuçsuz kalmasıyla açığa çıkıyor.
Dinlerken duymuyor, cevaplarken absürt
Bugün gördüğümüz ekolojik yıkımlar, 1950’lerde başladığı kabul edilen antroposen* çağının uzun vadede yarattığı sonuçlardan sadece birkaçı. Marc Wittman’ın, “kişinin hareketlerini sadece mevcut anın ufkunun sınırları içindeki seçenekler etkiler. Belli bir zamanın ufkunun ötesinde olan şeyler dikkate alınmaz” şeklinde tanımladığı zaman miyobu kavramı, ekolojik yıkımın müsebbipleri olan birinci ve ikinci taraflarda, görmezden gelmeye dönüşmüş durumda.
Bu görmezden gelmenin muhatabı, masum ve konuşamayan üçüncü taraf olan doğanın kendisidir. Bu yıkıma itiraz eden sıradan insanların, yöre halklarının, bilim insanlarının, kısacası dünyanın geleceğinden endişelenen herkesin, “çapulcu”, “dinsiz”, “terörist”, “5’inci kol” ve benzeri söylemlerle sistem eliyle marjinalleştirilmesi, faydacı ve “olumlayıcı” açıklamalarla normalleştiriliyor.
Marmara müsilajının gölgesinde geçen 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nün ertesinde antroposen çağı yeniden düşünme ve sorgulama zamanı… (AÜ/ÇU/AS)
* Antroposen, insanın Dünya'ya olan etkisinin en üst düzeylere çıktığı, “İnsan Çağı” da denen döneme verilen isim. (Vikipedia)
[1] Marc Wittman, “Hissedilen Zaman-Zamanı Nasıl Deneyimleriz?”, Metis Yayınları, 2018, s. 19.
[2] Nermin Kılıç, “Çevre ve Dış Politika İlişkisi: Çernobil Kazası ve Türk Dış Politikasına Yansıması”, Gelişim Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2017: 4 (1), 151-179.
[3] Figen Ünal, “Türkiye’de radyasyon var diyenler dinsizdir”, Günaydın, 24 Haziran 1986.
[4] “Çaycı Bakan”, Milliyet, 9 Aralık 1986.
[5] “Zirveden Radyasyon Şakası”, Hürriyet, 7 Aralık 1986.
[6] İsmail Saymaz, “Çay Güzeli”, İletişim Yayınları, 2017, s.12.
[7] Ekoloji Birliğinin açıklaması için bkz. https://ekolojibirligi.org/marmara-denizindeki-deniz-salyasi-hakkinda-uzmanlardan-endiseli-uyarilar/.
[8] Prof. Dr. Mustafa Sarı’ya göre: “Deniz yüzey sıcaklığı verilerine bakıldığında, Marmara Denizi'nin sıcaklığı bu yıl 40 yıllık ortalama verinin 2,5 derece üzerinde, yani 2,5 derecelik bir anomali söz konusu.” (Yazan, 2021).
[9] Yazan (2021), a.g.e.
[10] https://www.dw.com/tr/abden-en-çok-çöp-alan-ülke-türkiye/a-53153246.
Detaylı bilgi için bakınız: https://www.greenpeace.org/turkey/basin-bultenleri/turkiyede-plastik-atik-ithalati-son-15-yilda-173-kat-artti/
[11] http://www.akkuyu.com/projenin-tarihcesi
[12] Fikret Başkaya, “Gençlerle Baş Başa: İklim Krizi ve Ekolojik Yıkım”, Yordam Kitap, 2020, s. 34.
[13] https://www.dw.com/tr/beş-soruda-kaz-dağlarında-siyanür-kullanımı/a-49953796. Ayrıca bkz. Kazdağları ve Sinayürlü Altın Madenciliği, TBB Yayınları, 2013.
[14] Dora Mengüç, “12 bin yıllık Dipsiz Göl, birkaç günlük ayıp ve Roma İmparatoru'nun 'hazinesi'...”, Independent Türkçe, 18 Kasım 2019.