25 Kasım'da İnternet sitelerini Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürü Hasan Albayrak'ın yere göğe sığmayan gafı süslemişti. Kendisi yurda giriş saatlerinin esnetilmesi ile ilgili "O yaşta kız çocuğunun başı boş sokakta dolaşmasını doğru bulmuyorum. Çarşı pazar da açık değil, bara da gitmesin. Hem kız çocuğunun barda ne işi var" diye özetlenebilen cümleler sarf etmişti. Girizgahı bu şekilde yapılmış olan cevabın devamı ise içler acısı hale geliyor. Bu gelişim sebebiyle de kadın erkek eşitliği, öğrencilerin hayatlarının sorguya çekilmesi, insan haklarının uygulanmasındaki boşluklar gibi konularda bir hafta kadardır yazıldı, çizildi. Hasan Albayrak tarafından yapılmış olan bu açıklamanın hiçbir bölümü elle tutulur kalitede olmadığından ciddiye alınmalı mı, yoksayılıp günlük yaşama devam edilmeli mi, bu da tartışılan konular arasında. Ama bunların hepsi, bir buzdağına benzetilebilecek bu sıkıntılar yığınının ucu diyebiliriz. Olaylar aslında bundan çok çok daha derin.
Tarihin ilk devirlerinden itibaren işitsel iletişim insanoğlunun hayatında büyük bir yer kaplamakta. Dilbilimcilerin bazı çalışmalarına göre iletişimin fiziksel örneklendirmelerin yanında doğa tarafından sunulan seslerin taklidi üzerinden kurulmuş olma ihtimali var. Yani yazıdan önce var olan, insanların fiziksel eksiklikler olmadığı takdirde kullanmaktan vazgeçmeyeceği bir iletişim yönteminden bahsediyoruz.
Dilin değişimi
Ünlü bir deyiş vardır "dil canlıdır, sürekli gelişir" diye. Konumuz bu deyişin doğruluğu değil, ama dilin içinde bulunduğu topluma göre yapısal olarak değişikliğe uğratılıyor olduğunu kabul edebiliriz. Bu değişiklikler kimi zaman toplumun çoğunluğu tarafından kabul edilse de, kimi zaman istemeyerek de olsa azınlığın farklı yollardan uyguladığı baskılarla farkında olunmadan kabul ettirilebiliyor. Buna ikili için şu örneklere bakılabilir: İnsanların çoğunluğu tarafından takdir gören bir değişim için Cumhuriyet döneminde Osmanlıca sözcüklerin dilden temizlenmesi uğraşılardan söz edebiliriz. Aynı şekilde çok bilinen bir televizyon dizisindeki bir karakterin "oha falan oldum yana" diye telaffuz edilen cümlesini toplumun çoğunluğu hoşnutsuz bir şekilde eleştirirken azınlığın bir şekilde bunu hayatın içine sokmasını hatırlayabiliriz. O konuşma tarzını, o ses tonunu, o kelime dağarcığını kullanan insanları bugün hala sokaklarda görebilirsiniz, üstelik toplumun onayı olmaksızın.
Ağızdan çıkan lafı kulağın işitmesi
Şu ana kadar dedik ki; dilimiz özellikle işitsel/sessel iletişim konusunda çok kullanılan bir kavram, ayrıca içinde bulunulan topluma/zamana/yaşamın diğer faktörlerine göre değişiklikler yaşıyor. Peki böyle bir güç, yani işitsel/sessel iletişimi kullanma gücü bulunan bir insan dinlenmeye başlarsa, insanlar onu ve söylediklerini dinleyip kendileri için bunlardan anlam çıkarmaya başlarsa ne olur? Mesela bir ilköğretim 2.sınıf öğrencisi sınıfın çoğunluğu tarafından sınıf başkanı olarak seçilirse ve (ütopik bir okulumuz olduğunu varsayar isek) o öğrenciler sınıf başkanının ağzından çıkacak olan direktifleri, ona sordukları soruların cevaplarını pür dikkat dinleyip bunları okul yaşamları için birer yönlendirici olarak kullanmaya karar verirlerse, bu kişi biz sıradan insanlar gibi konuşmaya devam edebilir mi? Acaba yetki, mevki gibi kavramlar insanların işitsel iletişiminde farklı bir davranış modeline geçmeleri için onları zorlar mı?
25 Kasım'da medyayı ufak çapta hareket ettiren Hasan Albayrak üzerinden düşünürsek, zorlamalıydı. Çünkü bir insanın elinde mikrofonlarla, onun söylediklerini onlarca farklı iletişim yoluna dönüştürüp ülkenin, hatta dünyanın farklı yerlerinden erişilebilir hale getirebileceği bir devirde o mikrofonlara konuşan bireyin ağzından çıkacak herşeyi tekrar tekrar kontrol etmesi gerekir. Çünkü "söz uçar yazı kalır" atasözünün çıktığı dönemlerde bir video kameranın, bir ses kayıt cihazının varlığından insanların haberdar olduğunu pek sanmıyorum. Bu da demektir ki iletişim yöntemleri sadece içerik olarak değil, kullanım olarak da değişmeli dönemler arasında. Ki bu değişim sadece mikrofonlara konuşan kişiler için değil, herhangi bir boyutta herhangi bir öneme sahip toplulukların hepsi için geçerlidir. İster elinizdeki bir arkadaş grubu, ister bir reklam kampanyası, ister bir siyasi parti, isterseniz de gece kulübünde eğlenen müşteriler olsun. Eğer söyledikleriniz insanlar için anlam ifade edecekse, o söylenenlerin kontrolü sıkıca yapılmalıdır. Söylenen sözlerin tekrar edilebilme imkanının olması, eskisi gibi "uçup gitmemesi" ise yeni bir imkanı, yani telafiyi getiriyor insanın önüne. Çünkü söylenen hatalı/düşünülmemiş/baştan savma seçilen sözler topluma ulaştığında oluşan negatif etkiyi telafi etmek için yapılan uğraşlar da durumu kurtarmanın çok da yakınından geçmez, aksine daha da kötü hale getirir. Nasıl mı?
Kem sözü ne telafi eder?
Telafinin de aynı şekilde bir ömrü vardır aslında. Yani karşınızdaki kişinin hata yapmasının öyle ya da böyle bir sayısı vardır. O sayıya ulaştığında artık ne yaparsa yapsın hata yapıyor olma ihtimalini öncelikli olarak alırsınız. Occam'ın Usturası gibidir, genel doğruyu mutlak doğru olarak kabul etmeye meyilliyizdir hepimiz. İstisnalar, başkalarının başına gelir zaten hep. Ama bu hatalar, bu yanlışlar tekrarlanmaya ve sonrasındaki telafiye güvenilmeye başlandığında söylenen sözün ağırlığı/değeri azalmaya başlar. Yani bu tür yapılan hatalar, kalabalık toplumlara ulaştığında çeşitli iletişim yollarıyla, telafileri yapılsa bile ilk söylenen sözün değeri git gide kaybolmaya başlar. Önce bir siyaset adamı yanlış sözler sarf edip "ama öyle demek istememiştim" demeye başlar, ertesi gün bir bakan benzer bir hatayı sunar sevgili halkına. Bir öğretmen okulda bir öğrencisine boşanan ebeveynler .ile ilgili acımasız bir söz söyler, ardından müdürün odasında derdini gözyaşları içinde anlatmaya çalışır. Bu girdap böylece devam eder, çünkü insanların güvenebileceği bir "telafi hakkı" vardır, bu hakkın biteceğini asla düşünmezler. Ama söylenen sözleri düzeltmeye çalışmaktan, yeni şeyler üretmeye vakit olmadığından oldukları yerde döner dururlar.
Akla bunun üzerine bir soru geliyor ister istemez. Sosyal yaşantımızdaki ikili ilişkilerde bunlara dikkat etmemeli mi, yani sadece ve sadece topluluklara hitap ederken mi dikkat etmeliyiz? İkili ilişkilerin samimiyet derecesi ile topluluğa konuşmaların samimiyet derecesi, telafi faktörününü farklı noktalarda tutacaktır. Bu nedenle ikili ilişkiler için aynı genellemeyi yapmak ucu havada kalacak bir sonucu sunar ancak. Çünkü iletişimde insanların kullandığı kelimeler sözlükler sayesinde her ne kadar kısıtlanmış anlamlara sahip olsa da, kişilerin beyninde oluşan imgelerin ya da kavramların ilişkilendirilmesi her zaman için hatalı olur. Yani siz birisine "Bugün pazarda çok güzel bir elma gördüm." dediğinizde, gördüğünüz elmanın özellikleri her insan için farklı olacaktır, bu cümleyi "kırmızı elma" diye sınırlandırsanız bile yine de imgenin yapısı kişiden kişiye farklılık gösterir. İkili ilişkilerde arada olan kopukluğun telafisi daha kolay iken, birey çeşitliliği arttığında bu kopukluklar aşılması zor hale gelir. O nedenle söylenen, sunulan sözler daha da önemli hale gelir iletişim kanalının sağlıklı çalışması için.
Tüm bunlar bizi nereye getiriyor? Tüm bunlar bizi aslında ucu Türkiye Cumhuriyeti siyaset hayatının derinliklerine inen, halkın ise "liderlerimize güvenimizi kaybettik" söylemine benzer yakarışlara döktüğü problemin artık siyaset barajını aştığı noktaya getirir. Bir gişe görevlesinin "hemen ilgileniyorum sizinle" diye müşteriye gülümserken molasını 25 dakika daha uzatacağını düşündüğü, sözün söylendiğini kişinin de acı ile biliyor olması noktasına getirir. Bir polisin "ellerini kaldır ve silahını bırak" diye bağırdığı suçluğunun söylemin arkasındaki gücün yalanlarına alıştığı için umarsızca silahını o polis memurlarına ateşlediği noktaya getirir. Ya da Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürü'nün genç üniversiteli kızlardan ikinci sınıf vatandaş gibi bahsettiği, bunu fütursuzca ve gayet pişkin dile getirdiği noktaya koyar tam olarak bizi. Çünkü bütün bu düşünmeden konuşma/telafiye başvurma seansları elimizdeki en önemli iletişim yöntemlerinden birini bizden alıp götürmüş durumda. Artık sadece düzgünce dinlememezlik yapmıyoruz, düzgünce konuşmuyoruz bile. Çünkü dikkat ederek, kelimeleri seçerek, özen gösterek konuşmanın karşı taraf tarafından dikkate alınmamasına alıştık. Eğitimde "öğrenilmiş çaresizlik" diye adlandırılan safhadayız, yapsak da yapmasak da sonucun başarısız olacağına inancımız var çünkü. Hasan Albayrak gibi insanların elimizden aldıkları sadece feminizm, cinsiyet ayrımı, insan hakları, ya da barlarda çalışanların ne kadar kazandıkları değil, bizlerin bir arada olmak, birbirmize birşey anlatabilmek, birlikte birşeyler yaşayabilmek için kullandığımız en önemli araçlardan biridir. Bugün eğer söylediğimiz ya da yazdığımız şeyler çoğunluk için anlam ifade etmemeye başladıysa, bu elinde imkan varken bunu kötüye kullanan, geleceği düşünmeden çar çur eden yetki sahibi kişiler yüzündendir.(SK/EK)