1984 yılının Nisan ayıydı sanırım. Metris zindanında tecrit koğuşundayız. On dört ya da on beş kişi... Hepsi benden yaş olarak da siyasal deneyim olarak da genç devrimci arkadaşlarla ordan burdan sohbet sırasında bir konu açıldı. Daha doğrusu içimizden biri, “Biz ne zaman dışarı çıkarız?..” diye bir soru attı ortaya.
Benim dışımdaki siper arkadaşlarım içinde en iyimser tahminde bulunan “2000 yılından önce olmaz bu iş” dedi. “Bir yüzyıl kapanıp yeni bir yüzyıla geçilirken herhalde bir af da çıkarırlar…” şeklinde gerekçelendirdi tezini.
Latin Amerika ve Yunanistan İç Savaşı sonrasından da örnekler vererek, “Cuntanın en fazla 10 yıl içinde en azından toplumda birikmiş olacak tepkilerin gazını almak için ‘genel af’ türünden manevralara başvurmak zorunluluğunu hissedeceğini” savunduğum için “çok iyimser” bulunmuştum. O topluluktan dışarı ‘en geç’ çıkan -1991 Nisan’ı- ben oldum.
O günkü sohbet, aslında sınıf mücadelesinde zaman zaman karşımıza çıkabilen bir tablonun küçük bir yansımasıydı. Koşullar bazen o kadar ağırlaşır, dengeler o denli aleyhimize döner, etraf o kadar zifiri bir karanlığa keser ki, 'kitlelere', yani 'sıradan bilince' umut ve cesaret kazandırıp yol gösterme iddiasındaki 'öncüler' içinde bile karamsarlık baskın hale gelir. Olaylar ve süreçler sadece görüngülere bakılarak, o görüngülerde de sadece aleyhimize olan yönler görülmeye başlanır. Bu darlaşmadan, bezginlik, karamsarlık ve yılgınlıktan başka bir şey çıkmaz!..
Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihinde devlet terörünün sınır tanımadığı Takrir-i Sükun dönemleri, 1940'lar, 1950’ler - özellikle de '54 sonrası-, 12 Mart ve 12 Eylül dönemi gibi iç karartıcı karanlık dönemler az değildir. Öncekiler bir yana, bunlardan günümüze en yakın olan 12 Eylül askeri faşist cunta döneminin karanlığını yaşayan kuşaklar bile bugün artık 'yaşlanmıştır'. Gençler ise o günleri ana babalarının dahi anlatmaktan kaçındıkları kırık dökük bilgilerle kafalalarında canlandırmaya çalışırlar. Dolayısıyla bugün yaşadıklarımızın onlara “daha önce hiç yaşanmamış” karanlık günler olarak görünmesi doğaldır. Ama aynı abartı ve karamsarlığın o günleri yaşamış kuşaklarda da kendini göstermesine aynı şey söylenemez.
Mekanik bir kıyaslama yöntemine başvurarak farklı tarihsel dönemler arasında –üstelik keyfi olarak- seçilmis bazı yönlerin kıyaslamasından hareketle “Böyle bir dönem hiç yaşanmadı” tezini üreten bu tarih okuması, kendini buna kaptıranları ürkütür, moralleri daha fazla bozar, gelecek konusunda da karamsarlığa sürükler. O günlerin deneyimine de sahip kimi “yaşlılar”, sağolsunlar bu karamsarlığı besleyip büyütecek tarzda “Bugün yaşadıklarımıza 12 Eylül'de bile tanık olmadık...” edebiyatı yapmaktalar. Bu doğru değildir.
Bugün kimi yönlerden kuşkusuz 12 Eylül ya da 12 Mart askeri cunta dönemlerinde dahi görmediğimiz alçaklıklara ve keyfiliklere tanık oluyoruz. Buna karşın 12 Eylül, 12 Mart, hatta anılardan bildiğimiz kadarıyla 1940 ya da 1925'lerden farklı olanak ve potansiyellere sahip olduğumuz da bir gerçektir. Daha doğrusu, gerçeğin bir yüzünde de sahip olduğumuz bu imkan ve potansiyeller var.
Örnek vermek gerekirse, 600 bin kişinin gözaltına alınıp işkencelerden geçirildiği 12 Eylül döneminde, yeraltında direnen bir avuç komünist ve devrimcinin yerel sınırlar içinde kalmaktan kurtulamayan direniş ve faaliyetleri dışında kamuoyunun görece geniş kesimleri tarafından duyulan ilk “kitlesel” protesto, 1984 Ölüm Orucu sırasında topu topu beş tutsak anasının Taksim'e çıkışı ve tutuklanmaları oldu. 12 Mart faşizmine karşı dönemin devrimci örgütlerinin ellerinden geleni yaptıkları yiğitçe direnişleri dışında en büyük kitlesel eylem, Deniz'lerin idamını önlemek için yürütülen imza kampanyasıydı.
12 Mart dönemi için devrimci örgüt ve çevrelerin güçlerini de aşan bir iddia ve cesaretle dövüştükleri söylenebilir. 12 Eylül faşizmi karşısında bu da yoktur. Türkiye sol-devrimci hareketi, sahip olduğu güç ve potansiyellerin çok çok gerisinde kalan etkisiz bir pratik, düpedüz utanç verici bir teslimiyet sergilemiştir. Zaten cuntanın o kadar kısa süre içinde duruma hakim olup toplumu o denli edilgen bir konuma sürüklemesinde devrimci hareketin bütünü adına sergilenen pratiğin bu pejmürdeliğinin rolü büyüktür. Daha önce “devrim uğruna canını vermeye hazır” insanlar bile yaşadıkları bu büyük hayal kırıklığından sonra devrimin ve devrimciliğin adını dahi duymak istemeyen bir uca savrulmuşlardır.
Sonuç olarak hala sergilenmekte olan bütün zayıflık ve dağınıklıklara karşın bugünkü durum, güç dengeleri, sahip olunan imkan ve potansiyeller, geçmişte yaşanmış karanlık dönemlerin hiçbiriyle kıyaslanmayacak kadar fazladır. Bugünkü manzaraya bakılırken gerçeğin bu yönü de gözden kaçırılmamalıdır.
Bugün bütün mesele, bu olanak ve potansiyellerin, gidişi lehimize çevirecek, sonuç alıcı kinetik bir güce dönüştürülmesinde düğümlenmektedir. 12 Eylül’ün gelişi sırasında olduğu gibi bugün de bunun en başta gelen koşulunu, islamcı neoliberal faşizme karşı dağınık durumdaki muhalefet güçlerinin –AKP tabanındaki işçi ve emekçilerin dahi ilgisini çekecek kapsam ve yalınlıkta talep ve hedefler içeren bir ‘program’ temelinde- güçlerini birleştirerek topluma güven veren bir odak haline gelmeleri oluşturmaktadır. Özellikle “Kürtlerle yan yana görünme” korkusuyla buna hala yan çizenler olduğu kadar bunu tarihsel bir sorumluluk olarak gören arayışların giderek güçlendiği de bir vakıadır.
Öte yandan, sınıf mücadelesinin seyri sırasında koşulların uygun görünmesine karşın –bizlerin istek ve iradesi dışında kalan baska etken ve iradelerin de devrede olması nedeniyle- istenen sonuçların ‘hemen’ alınması mümkün olmayabilir. Bunun fazladan moral bozucu bir yönü olsa da umudu ve gelecek perspektifini yine de yitirmemek gerekir. Gidiş ve sonuç üzerinde o an için hiçbir etkisi yokmuş gibi görünen fakat direnişi ve umudu temsil eden adımlar hiçbir zaman boşa gitmez. Başlangıçta ‘küçük’ ve ‘önemsiz’ görünen mütevazi adımların benzer başka adımlarla üst üste binerek nasıl büyük fırtınalara dönüştüğüne dair ‘kelebek efekti’ örneklerini Türkiye’nin karanlık dönemlerinin tarihinde de bulabiliriz.
Bu bazen fabrikaların soyunma dolaplarına bırakılan ya da evlerin kapı altlarından atılan gizli bildiri ve yayın dağıtımı biçiminde çıkar karşımıza; bazıları idam sehpalarında haykırılan sloganlar ve sergilenen başeğmezlik olarak yayılır kulaktan kulağa; kimi örnekte bir Newroz günü kör bir hücrede yakılan üç çöp kibrittir; kimi örnekte hareket olanaklarının zaten kısıtlı olduğu tutsaklık koşullarında bedenlerin namluya sürülmesi biçimine bürünmüştür…
Bunların hepsinin ortak noktasını, koşullar ne kadar ağır olursa olsun umudun ve direnme iradesinin yitirilmemesi oluşturur. 12 Eylül zindanlarında dillerden düşmeyen türküde de denildiği gibi: Nasıl başlarsa fırtına, öyle diner birden bire, bir ışık parlar yeniden, karanlıklar arasından (…) karakışın buzu bile, sürmedi sonsuza kadar, bahara döndü sonunda, filiz sürdü kar altından, umudu kesme yurdundan… (SA/EKN)