Fotoğraf: Sebüktay Kaan
Neydik, ne olacağız?.. Geleneğimizin hizaya sokan bir sorusudur bu. İnce bir determinizm gizlidir derinliklerinde. Yolu açmıştır, siz oradan geçeceksinizdir.
Lütfi Özkök, (1923-2017) İstanbul Şişli’lidir. Babası mahallenin küçük esnafı; balıkçısıdır. Daha ne Varlık Vergisi zulmü, ne 6-7 Eylül terörü vardır. Şişli ağırlıkla Ermeni, Rum ve Yahudi azınlıkların yaşadığı bir orta sınıf semtidir.
Ermeni müşterilerinden biri bir gün babasına, göndersene oğlanı bizim okula, der. Aman efendim, ben nasıl öderim o kadar okul parasını diye yanıtlar babası. Canım senden para isteyen mi var, sen de bize balık verirsin, ödeşiriz, der müşteri ki mahalledeki Fransız Mektebi’nin yöneticilerindendir. Böylece küçük Lütfi Fransız Mektebi’ne başlar.*
Mektepte başka bir yaşıt oğlan daha vardır; onun da babası balıkçıdır ama tezgâhta satan değil, tekneyle denize açılıp tutan; İhsan Aydın. (İhsan ağabey’in hazin hikayesini dilerim başka bir yazıda anlatırım.)
Lütfi ve İhsan, iki yakın arkadaş liseyi bitirirler ve okulun olanaklarıyla da yüksek öğrenim için önce Viyana’ya sonra Fransa’ya giderler. Fransa’da ikisi de aşık oldukları İsveçli sevgilileriyle İsveç’e göçerler ve oraya yerleşirler, yıl 1951. Göçmen işçilerin gelmesine daha çok var. Ortada Türk yok henüz.
Konsolosluk’tan telefon ederlerdi bayramlarda filan; hanımlar börek yaptılar, buyrun gelim birlikte yiyelim derlermiş; gülerek anlatırdı. Anlayış bildirirdi ardından, ‘’ N’apsınlar! Onlar da bayramda iki Türkçe laf etmek istiyorlar işte birileriyle.’’
Ben Lütfi Ağabey’le sanıyorum 2001’de tanıştım; kitaplarımın çıktığı, şiir dinletilerimin başladığı bir dönemdi. İlk* Nazım Hikmet çevirim, De mångfärgade kaprifolerna (Ebruli Hanımelleri) yayına hazırlanıyordu. Orijinal N. Hikmet resimleri olsun istiyordum kitapta. Aradım Lütfi Ağabey”i, evine davet etti. Sevindi, arşivini açtı. Asıl dostluğumuz o zamanlar başladı. Kitabın yayını sırasında haberleştik, görüştük.
Lütfi Ağabey -pek bilinmez ama- Nazım Hikmet’in en çok bilinen, en çok kullanılan o iki resmini çeken fotoğraf sanatçısıdır. En büyük Türk gazeteleri, dergileri bile onun adı olmadan basarlar onun eseri Nazım Hikmet portrelerini; ne yazık!
Bir taraftan da Nazım Hikmet’in 100. Yaşı için de bir dinleti hazırlamaya çalışıyorum. UNESCO 2002’yi Nazım Hikmet Yılı ilan etmiş! Tiyatro Sanatçısı değerli dostum Hans Wigren, bir Nazım Hikmet hayranı olarak dinletinin rejisörlüğünü üstlendi. Salon düşünüyoruz. Eşi; bütün dinletilerimin harika okuyucusu, tiyatro sanatçısı Maria Hjalmarson, Södra Teatern’in bize uygun gelen bir salonu var ama… dedi.
Kitaplar, afişler
Hans Wigren, Måns Westfelt, Anita Ekström, Maria Hjalmarson, Lütfi Özkök ve Peter Curman. (Sübüktay Kaan arşivi)
Atladım hemen! O tiyatronun müdürü bir Türk!’’ Hemen tiyatronun müdürü Ozan Sunar’ı aradım, ziyaret edip projemizi anlattım. Benimsedi ve salonu aldık.
Kadro müthiş! İsveç’te tüm zamanların en iyi tiyatro sanatçısı; desteğini hep en yükseklerde tutmuş (ne yazık ki koronadan kaybettiğimiz) çok değerli dostum Sven Wollter, İsveç Yazarlar Sendikası eski genel başkanlarından (onu da geçen yıl yitirdik) sevgili dostum, şair Peter Curman ve daha devlet tiyatrosundan çok değerli sanatçılar.
Lütfi ağabey gelemeyeceğini söylemişti dinletiye. ‘’Ben böyle kalabalık yerlere girmekten korkuyorum bir hastalık falan bulaşır diye, onun için gitmiyorum böyle yerlere ne zamandır’ demişti.
Derken dinleti günü geldi. Karlı, soğuk bir kasım akşamı; karanlık da. Kitaplar afişler filan; yükümüz var. Kardeşim götürecek beni arabasıyla tiyatroya.
Dedim şu taraftan sür, Lütfi Abi’ye uğrayacağız. ‘’Abi doğrudan tiyatroya mı gitsek acaba, yollar çok kötü!’’ Yollar gerçekten kötüydü. ‘’Zorlu bir işe çıkılırken büyüklere uğranır, hayır duası alınır’’ dedim, geleneğimizdir, sür! Lütfi Ağabey’e vardım. Abi dedim dinletiye gidiyorum, ne olur bana başarı dile! Ellerimi tuttu, çok güzel geçsin dinletin kardeşim, başarı diliyorum sana dedi.
Gecemiz gerçekten çok güzel geçti. Salon doluydu. Okuyucular da dinleyiciler de coşkuluydu. Nazım’dan Türkçe ve İsveççe şiirler okuduk. Peter Curman’ın, ‘’bu tarihsel bir olaydır!’’ diye havaya kaldırdığı yeni çeviri kitap okuyucuyla buluştu. Kapanışta salon Karlı Kayın Ormanı’nı söyledi.
Gecenin sonunda, çok yakinen olmasa da, tanıdığım bir Türk restoran sahibi geldi yanıma. ’"Bu gece nasıl mutlu oldum anlatamam’’ dedi. ‘’Ben sizi, arkadaşlarınızla birlikte bir akşam restoranımda misafir etmek istiyorum.’’
Teşekkür ettim, arkadaşlarımla konuşup kendisine haber vereceğimi söyledim. Bir süre sonra arkadaşlarla konuşup, en fazla katılımın olabileceği bir tarih belirledik. Sven Wollter ne yazık ki katılamadı, çok istiyordum oysa onun olmasını, keyif saçardı o. Lütfi Ağabey’e gittim. ‘’Abi artık buna geleceksin! Afişteki resim senin çektiğin resim; kitaptaki resimler yine öyle, etkinlikte senin değerli katkıların var!’’ Kabul etti. Geçerken aldım onu, birlikte gittik. Güzel bir ağırlamayla, güzel bir akşam geçirdik. Sonra yine ben bıraktım evine.
Lütfi Özkök çok değerli bir fotoğraf sanatçısıdır öncelikle. 60’lı yıllardan sonra yazarların özellikle de Nobel Edebiyat Ödülü almış yazarların portrelerini çekmiş olmasıyla tanınır.
Yolunuz düşerse bir gün Stockholm’e, Yazarlar Sendikası'nın altında, bir restoran vardır. O restoranın bütün duvarlarında dizi dizi, Lütfi Özkök’ün çektiği bütün dünyadan yazarların portrelerini görebilirsiniz.
Burada Lütfi ağabey’in fotoğrafçılığıyla ilgili bir anekdotu da anlatmadan geçmeyeyim. Bir gün evinde ziyaretteyim, sohbet ediyoruz. Birden Lütfi Ağabeyin konsantrasyonu bozuldu, sohbetten koptu, kıpır kıpır oldu yerinde. Kendi kendine konuşur gibi, ışık dedi, ya bu nasıl ışık! Ver ver şu makineyi! Günbatımı kızıllığı; pencereden giren ışık yüzüme vuruyordu. Lütfi Ağabey’i yerinden zıplatan oymuş. O günün anısı güzel bir portrem durur hâlâ. (Elbette durur!)
Lütfi Ağabey şiir de yazdı. İsveççe’den Türkçe’ye, Türkçe’den İsveççe’ye ilk şiir çevirenlerden biri de oydu eşi Anne-Marie ile birlikte. Orhan Veli, Melih Cevdet vd. onlarla girdi İsveççe’ye.
Derken… Öyle olur kimi zaman… Koptu Lütfi Ağabey’le ilişkimiz. Tabi ki ‘’küçük’’ olarak ben arayıp sormalıydım, öyle de yapıyordum zaten. Yıllar geçti… Sonra vefat haberini okudum bir gün. Kimi ‘’Türk toplumunun ileri gelenlerine’’ sordum cenaze ile ilgili bir bilgi, yoktu. ‘’Bizim Derneğe’’ sordum -ki aslında defni üstlenmesi gerekirdi- oradan da bir bilgi yoktu. Kaldı öyle, katılamadım defnine. Çevremde bildik tanıdık, katılan da duymadım. Yazının başında sorduğum, ‘’Neydik, ne olacağız?’’ sorusu buydu işte.
Toprağın bol, ışıklar yoldaşın olsun Lütfi Abi!
Hep sevgi ve saygı ve özlemle anacağız seni!
(SK/EMK)
Notlar: Yazıyı bitirdikten sonra İnternetten araştırdım, çocuklarından birini buldum, Nermi Özkök. Telefon ettim, açıkladım. Çok azdık cenazede dedi. Mezarlığın adını mezar numarasını aldım, ziyaret edeceğimi söyledim. Ve ertesi gün, bir beyaz karanfille ziyaret ettim Lütfi Ağabey’i.
Sonra oradan şehir merkezine, Yazarlar Sendikası’nın alt katındaki o restorana gittim. Şaşırdım, ne kadar değişmiş. Pandemi sürecinde ayağımız iyice kesilmişti oralardan. Tadil edilmiş ve portrelerin asılı olduğu pencere üstü duvarlar kalkmış; dolayısıyla resimler de. İçerilerde bir duvara çok az sayıda resim yerleştirilmiş. Üzülüyor insan, üzülmez mi.