Yoksulluk, trajik olmaktan ziyade, basitçe gerçektir. Bunu yazıyorum ki, çocukların giydiği lastik ayakkabılardan vs. söz açtığımda muradımın kalplere dokunmaktan ziyade gerçeğe işaret etmek olduğunu ileri sürebileyim.
Kuzey Iraktaki çuvallı gösteri, medyadaki kamuoyu oluşturucularının hep birlikte ulusal onuru keşfetmelerini sağladı. Karadenizin dağ köylerinde karşılaştığım gerçekle kıyaslandığında medyadaki kamuoyu oluşturucularının ulusal onur masalı yeteneksiz oyuncuların sahnelediği senaryosu iyi bir komedi ile karşı karşıyayız hissi uyandırdı... Bir de, evet, öfke... Bu öfkenin bir nedeni var.
Ulus
Ulus, tarihsel bir kategori. Tarihsel kavramının anlattığı şu: ulus, ebedi ve ezeli bir varoluş değil, tarihsel bir yapıt, inşa. Ulusçu ideolojiler ulusun tarihselliğini gözardı ederler, genelde etnik temelli evrensel bir iddiada bulunurlar, ulusu oluşturan insan tekleri genetik olarak farklı bir ırktır ve genelde üstün bir ırktır. Hemen hemen tüm ulusçu ideolojiler ırkçı olmadıkları iddiasında bulunurlar. Gerçi, dil, din, tarih birliği ile ortak gelecek arzusuna dayalı kültürel bir ulus bilinci geliştirmeye çalışırlar, fakat yirminci yüzyılda bu tür bir ulus anlayışı sadece ulusal kurtuluş savaşları veren hareketlerde ilerici bir dinamiğin temeli olabilmiştir. Ulusal kurtuluş gerçekleştikten sonra kurulan ulus-devletler, çok çabuk bir biçimde etnik temelli bir ulus bilincini yurttaşlığın temeli olarak benimsemişlerdir.
Bunun bir istisnası Amerika Birleşik Devletleridir. ABDde de ulusçuluk, zorunlu olarak etnik bir temel tanımaz gibi görünür; gerçekte, ABD kurulurken bir yandan yerli halkı sömürgeleştirmiş ve yok etmiş, diğer yandan siyahları köleleştirmiş, bütün bu süreç boyunca etnik bilinç, beyaz eski dünyalıların benzerliği üzerinden kurulmuştur. Her ulusçu ideoloji şu ya da bu şekilde etnik bir başvuru içerir.
Ulus, aynı zamanda burjuva bir tarihsel kategori. Burjuva siyasal egemenliğinin kuruluş biçimi ulus-devlet olduğundan, burjuvazi, kendisi dünyasal bir sınıf olmakla birlikte, ulus-devletlerdeki egemenliğini yeniden üretebilmek için görünür kıldığı ideoloji ulusçuluk. Bu da basitçe şu demek; ulus tarihsel kategorisinin ömrü burjuva egemenliği ile sınırlı.
Bu görüş, Marksistler arasında bile epeyce tartışmalıdır gerçi. Stalinin idealist ulus tanımı, ulusun tarihselliğini kabul eder ama bundan ulusun maddiliğine ve aşılmasının sınırlarına ilişkin vargılar çıkarır. Buna göre, ulus, dil, tarih birliği gibi maddi ve ortak gelecek arzusu gibi psikolojik etmenlerle tanımlanacaktır. Elbette, bu tanım analitik olmadığı gibi, ulusu tarihsel bir ilişki olarak da analiz edemez ve sonuç olarak idealisttir.
Bunun en kötü sonucu, bütün bir Komintern geleneğinin ulusal sınırları vazgeçilmez şekilde esas alması olmuştur. Çin Devrimi ve daha sonra Kübada ulusal kurtuluş savaşları nezninde cisimleşen bir tür pozitif ulusçuluğun mevcut ve gerekli olduğuna ilişkin Komintern görüşünün yagınlaşmasını ve kökleşmesini hızlandırmıştır.
Hayali cemaat
Ulısa ilişkin tartışmalarda ileri sürülen görüşler oldukça çeşitlidir. Tarihsel maddeci görüşün dikkate alması alması gereken bir yaklaşım, ulusun gerçekte varsayımsal bir inşa, hayali bir cemaat olduğudur. Bu görüş, ulusun tarihselliğinin onun maddiliği ile çelişmediğini görmezden geldiği için eleştirilmelidir. Tarihsel maddeci görüş kendi ulus analizinde, ulusu mümkün kılan iktisadi ilişkileri merkeze koyar ve ulusu, sermaye birikimini belli bir çoğrafi sınır içinde mümkün kılan pazar maddi temeli üzerinde düşünür. Ulusun, burjuva bir tarihsel kategori olmasının anlamlarından biri ve en önemlisi de budur zaten. Ulusal sınır, iç pazarın sınırıdır gerçekte.
Ayrıca, dil birliği ve tarih de ulusun tarihsel varoluşunun maddi temellerindendir. Bu sayede burjuvazi, kendi egemenliğini, hepimiz hukuken eşit yurttaşlardan kurulu bir ulusun parçasıyız yalanında cisimleşen ulusçu ideolojisiyle yeniden ve yeniden üretebilir. İnsan tekleri, bağımlı sınıflar da bu yalanı tekrar etmekten özel bir haz almayı öğrenirler, bir kutsallık halesi içinde ulus için onlar savaşır, ulus için onlar iktisaden fedakarlık yapar, ulus için onlar ölürler.
Nihayetinde, evet, ulusun ferdi hayali bir kimliğin parçasıdır; ama ulus, maddi bir varoluştur. Tarihselliği onun mutlak olmadığının, aşılabileceğinin göstergesidir sadece, salt kurgusal bir varoluş olduğunun değil.
Ezilen ulus ezen ulus
Emperyalizm olgusu, yirminci yüzyıl boyunca ilerici nitelikleri olan ulusal hareketlerin doğmasına ve serpilmesine yol açtı. Üçüncü Enternasyonal bu yüzden, yüzyılın devrimci dinamiklerini tasnif ederken işçi hareketleri yanında ulusal kurtuluş savaşlarını da saydı.
Bugün Birleşmiş Milletlerde 181 bağımsız ülke var. Milletler Cemiyeti ilk kurulduğunda bu sayı otuzlar civarındaydı.
Kapitalizm, ulus-devletler şeklinde örgütlenmiş bir sistem olduğu için, gerçekte bu ulusal kurtuluş savaşları ancak sosyalist bir itici gücün, daha açık deyişle işçi hareketinin önderliği koşuluna bağlı olarak ilerici idiler. Bütün bir tarihsel deneyim, bu savaşlar sonunda kurulan ulus-devletlerin çok çabuk kapitalizmin parçası olduklarını ve üstelik siyasal olarak parlamenter demokrasilerden çok daha gerici diktatörlükler kurduklarını bize öğretti.
Dolayısı ile bugün ezen ulus-ezilen ulus şeklindeki bir karşıtlık dünyayı anlamanın esaslı bir anahtarı olmaktan çoktan çıkmış bulunuyor. Bu, maddi anlamda bazı ulus-devletlerin kapitalist ulus-devletler hiyerarşisi içinde aşağıda olduğu gerçeğini değiştirmez. Hiyerarşi içinde aşağıda olan ulus-devletlerin de kapitalizmin dünyasal egemenliğinin bir parçası olduğuna işaret eder.
Ulusçu sol
Kapitalizme karşı mücadele eden bir hareket, ister istemez karşısında ulus-devletleri bulur. Bu yüzden mücadele buna göre şekillenir, şekillenmek zorundadır. Siyasal işçi hareketleri enternasyonalist bir bilinçle ulusal çerçeve içinde gelişme olanakları bulabilirler. Bu maddi koşul, hareketin kendisinin ulusçu olmasını gerktirmez. İşin doğası gereği sol, ulusçu değildir; olamaz, ulusçu olan bir hareketin sol olduğunu, daha doğru deyişle sosyalist olduğunu iddia etmesi ise artık trajik de değildir, farstır.
Ulusal denen çerçeve içinde gelişen bir enternasyonalist hareketin geliştiği tarih-toplumsal koşullarla barışık olması ise ayrı bir sorundur. Böyle bir hareket elbette yerel hassassiyetler taşıyacaktır, bastığı toprakları tanıyacak ve sevecektir; burada sevmek kavramının içeriği psikolojik değil siyasidir, basitçe, yurtsever olacaktır. Daha doğru deyişle olmak zorundadır.
Ancak böyle olduğunda ulus-devletin sahte sınırları ile bağımlı sınıfların bağımsız siyasi hareketinin yeniden kuruculuk rolü üstleneceği sınırlar birbirine karışmaz ve kapitalizme karşı mücadele, kapitalizmi yeniden üreten ulus-devletin sahte ulusal onur yaygarasının karşısında gerçek yurtseverliğin kalesi haline dönüşür.
Onların onuru
Burjuva siyasi egemenliğin ve onun her düzeydeki maşalarının ulusal onur yaygarasının ne kadar sahte olduğunu çok kısa zamanda gördük. Tek tek adlarını vermeye gerek yok, ABD karşısında bir kaç günlüğüne aslan kesilenler, çok kısa zamanda süt dökmüş kediye döndüler. Çünkü, hakkikaten her zaman ve bilinçli olarak yaptıkları tek şey şu ya da bu ulusun çıkarlarını değil, sermayenin çıkarlarını savunmaktan ibarettir. Bunun bir ayağı da gerektiğinde ulusal onur yaygarası koparmaktır, o kadar.
Yaygarayı koparanların hiçbiri yurtsever olmadığı gibi, halkın çıkarlarını gözetmek gibi bir dertleri de yoktur. Onların ulusal onurdan anladığı, sistemin geleceğinin güvence altında olması, rahat koltuklarının altlarından çekilmemesidir.
Halkın yoksulluğu
Ben tam bu ulusal onur komedisi sahnelenirken basitçe çocukları gördüm. Bu ülkede her zaman her yerde görebileceğimiz, yoksul evlerin damlarında huzursuz ve şimdilik adını koyamadıkları bir öfkeyle yetişen çocukları. Halen daha, kendi çocukluğumdaki gibi, lastik ayakkabı giyen çocukları. Ve yine basitçe, hiç unutmadığım gerçeği bir kez daha hatırladım: onların onuru, bu çocukların yoksulluğu pahasına değil mi? Onlar onurları için bu çocuklardan gerektiğinde ölmelerini isteyecekler; değil mi, gene, her zaman olduğu gibi, askerlik çağına geldiklerinde, yine aynı ulusal onur yalanına sarılarak. Ölmek istemeyenleri de hainlikle suçlayacaklar, değil mi? Aralarından, aklı erip de yerini bilenler, bu düzen değişmelidir diye başkaldırdıklarında, vatan haini diye damgalanıp hapse konacaklar, yahut sokak aralarında vurulacaklar olacak, değil mi? Hasbelkader iş bulup da sendikaya girmek isteyenler, kapıya konacaklar, değil mi?
Bütün bunlar olurken, ulusal onurları için yaygara koparanlar, yurdun her köşesini ABD üslerine açmaya devam edecekler, yurdun her türlü zenginliğini ulusal ve ulusüstü sermayeye peşkeş çekecekler, biri özelleştirme halkın zararınadır dediğinde, diyeni, bu onurlu güruh hep birlikte meşrebine göre dinozordan deliye kadar sıfatlandırıp hala bunlar neden var diye çileden çıkacaklar, hızlarını alamadıklarında F Tipleri artık yetmiyor Z Tipleri lazım diye tepinecekler ve bunlar kapitalizm oldukça hep böyle olacak, öyle değil mi?
Bizim onurumuz
Öyle olduğu için onların ulusal onuru onların olsun. Evet, aynı ulus-devlet çatısı altında yaşıyoruz, ama ulus-devlet onların devleti, lastik pabuç giyen çocukların devleti değil, onur da onların onuru, emekçilerin, halkın değil.
Bu yüzden, bu tartışmada sol taraf değildir. Yalana taraf olmamalıdır. Sol için Amerikan kurşunu ile ölen Iraklı çocuklar, başına çuval geçirilen kapitalist egemenliğin Türk askerleri kadar değerlidir. Solun işi yalanı açığa vurmaktır.
Yalandan medet umanların, yahut solu ne idüğü belirsiz ulusçuluk davası peşinde koşmak sananların, hızını alamayıp Genelkurmay arkasında sıraya girenlerin, adları komünist olduğundan bu kadarından utanıp asıl ulusal onuru biz temsil ediyoruz diye ortalıkta gezenlerin, lastik pabuçlu çocukların öfkesini anlaması ve onlarla geleceğin Türkiyesini ve dünyasını kurma kavgası vermesi pek de olası değildir.
Şahsen tanıdığım tek onur, çocukların zorunluluktan değil, keyiften lastik pabuç giyip, çocuk gibi neşe içinde kırlarda dolaşacağı geleceğin eşitlik ve özgürlük dünyasını kurma kavgasıdır.
Öfkemin nedeni de basitçe bildiğim bu onur işte... (SE/EK)