35 insanı kaybettik... Anaakım medya, resmi yetkililerden gelen açıklamaları habercilik sandığı için, olayın hemen ardından Uludere'de nasıl bir katliam yaşandığını sosyal paylaşım ağları sayesinde öğrenebildik. 28 Aralık günü akşam saatlerinde çoğu çocuk yaşta sivillerin üzerine bomba yağdırıldı!
Ertesi gün öğlene doğru Türk Silahlı Kuvvetleri'nden resmi açıklama geldi. Sekiz maddelik açıklamanın meali şöyle: İnsansız savaş uçaklarımızın tespit ettiği insanları ''terörist'' sandık.
Daha evvel de sınırdan kaçak mal sokanları terörist sanıp öldürmüşlerdi, kekik toplayan köylüleri de...
İnsansız savaş uçaklarının radarlarına takılanlar gerçekten sandıkları gibi PKK mensubu olsalardı, üzerlerine bomba yağdırmak kendiliğinden meşru olacakmış gibi yapılmış bir savunma bu. Sadece bu açıklamada değil, benzer olayların yaşandığı diğer örneklerde de aynı gerekçeye başvurulmuştu:
Kekik toplayan köylüleri öldüren askerler, mahkeme önünde biz onları terörist sandık, ellerindeki su borularını silah sandık diyerek savunmuşlardı.
Oysaki bir devletin terörle mücadele gerekçesiyle yaptığı operasyonlarda bile yaşam hakkına saygı ilkesine riayet etme yükümlülüğü var.
Fakat ne yazık ki Ekşi Sözlük yazarlarına dine hakaret gerekçesiyle açılan davalarda dayanak gösterilen AİHM kararları (Otto-Preminger-Institut - Avusturya Kararı), ne hikmetse terörle mücadele adına yapılan hiçbir eylemde dönüp bakılan bir kaynak olamıyor.
Olabilse, olay sırasında şiddet kullanılmasını gerektirecek somut bir tehlike oluşturup oluşturmadıklarına bakılmaksızın, ihtarda bulunmaksızın, böyle bir tehlike varsa da bunu bertaraf etmek için mutlaka şiddete başvurmak gerekip gerekmediğini, gerekiyorsa ne ölçüde şiddet kullanmak gerektiğini değerlendirmeksizin şiddet kullanılmazdı.
Kullanıldıysa da, bunun kendiliğinden meşru bir eylemmiş gibi savunulamayacağı bilinirdi (McCann-Birleşik Krallık Kararı).
Zaten bütün bunları tartışmaya bile gerek yok. Olaydan neredeyse yirmi saat sonra hükümetin yaptığı ihtiyatlı açıklama, bölgeden gelen tanıklıklar ve İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (Mazlum Der) ve İnsan Hakları Derneği'nin (İHD) öndeğerlendirme raporu, öldürülenlerin sınır ticareti yapan silahsız insanlar olduklarını gösteriyor.
Mazlum Der ve İHD'nin topladığı tanıklıklar, bölgede görevli güvenlik güçlerinin olayın gerçekleştiği güzergâh üzerinde sınır ticareti yapıldığını bildiklerine ve ölenleri tanıdıklarına işaret ediyor. Yani, ulusal güvenliği teröre karşı korumak adına yapılan bu operasyon, aslında ulusal ekonomiyi ve kamu düzenini koruma amacı taşıyan kaçakçılık suçunun çocuk faillerinin canını almış!
İnternette kaçakçılıkla ilgili küçük bir araştırma yapıldığında karşımıza çıkan belgelerden biri Başbakanlık'ın tütün ve tütün mamullerinin kaçakçılığına ilişkin 2011/18 sayılı genelgesi. 2010 tarihli bu genelge, kaçakçılıkla mücadelenin amacını şöyle tarif ediyor:
''Tütün ve tütün mamulleri kaçakçılığı, kamu düzenini doğrudan etkilediği gibi vergi gelirlerinde de önemli miktarda kayba sebep olmaktadır. Kaçakçılık yoluyla organize suç ve terör örgütlerine finansman sağlanmakta, kaçak yollarla denetimsiz olarak yurda sokulan tütün ve tütün mamulleri toplum sağlığını tehdit etmekte, sektörde haksız rekabete yol açmaktadır. Kaçakçılığın önlenmesi, ortaya çıkan etkilerinin bertaraf edilerek toplum düzeninin korunması ve ekonominin sağlıklı bir yapıya kavuşturulması için bu konuda etkin bir şekilde mücadele edilmesini gerektirmektedir.''
Genelgede dile getirilen toplumun sağlığının korunmasına yönelik hassasiyetler elbette ki önemli. Fakat daha birkaç gün önce GDO'lu mısıra izin çıkmışken, bu ülkede ''ekonominin sağlığı'' ile ''toplumun sağlığı'' arasında nasıl bir öncelik sıralamasının tercih edildiğini tahmin etmek güç değil.
Zaten akaryakıt kaçakçılığıyla mücadelede durumun ne olduğuna baktığımızda, hem sağlık hem de çevrenin korunmasını yakından ilgilendirebilecek olan akaryakıt kaçakçılığının açıkça ekonomik önceliklerle gerekçelendirildiğini görüyoruz. Örneğin, akaryakıt kaçakçılığıyla mücadelenin koordinasyonundan sorumlu Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, saldırıdan birkaç gün önce katıldığı bir çalıştayda akaryakıt kaçakçılığıyla mücadeleyi doğrudan haksız rekabetle ve akaryakıt kaçakçılığının ''toplum üzerindeki ekonomik etkileriyle'' ilişkilendirdiği bir konuşma yaptı; Bakan Yazıcı'nın bu konuşmasında ne toplum sağlığından ne de çevrenin korunmasından bahsettiğini görüyoruz.
Saldırının yaşandığı gün boyunca bölgeyi tanıyan bazı sosyal medya kullanıcıları, Uludere'nin de içinde bulunduğu coğrafyada sınır ticaretinin neredeyse bölge insanının tek geçim kaynağı olduğunu vurguladılar.
Bu bilgiyi, TÜİK'in birkaç gün önce açıkladığı yoksulluk verileriyle birlikte okumak gerek. TÜİK'in verilerini değerlendiren Prof. Dr. Oğuz Işık, Türkiye genelinde yüzde 17 olan yoksulluk oranının Güneydoğu'da yüzde 60'ı bulduğunu söylüyor. Şüphesiz, bu yoksulluğun ardında bölgedeki şiddet ortamının ve buna yönelik tedbirlerin büyük etkisi var.
Oysa kaçakçılıkla mücadelenin amaçları bu yoksulluğu görmüyor. Sanki ülkede yaşayan herkesin yararınaymış izlenimini veren ''ulusal ekonominin korunması'' diskurunun, aslında milli gelirden adaletli bir pay alamadığı görülen bölge insanını içerdiğini söylemek güç. Bu kapsayıcılığın, yalnızca yükümlülükler bakımından geçerli olduğunu söylemek bile mümkün.
Türkiye'de yaşayan herkesin milli ekonominin yararını gözetme yükümlülüğü, kaçakçılık suçu benzeri suçlar vasıtasıyla kimseyi ayırmaksızın yaptırımlara bağlanıyor. Fakat aynı kapsayıcılığı, milli gelirin paylaşılmasında görebilmek mümkün değil. Zira vergilerle elde edilen gelir ve haksız rekabeti engellemek suretiyle yasal alanda faaliyet gösteren şirketlerin güvence altına alınan kazançları, bölge insanın da adil oranlarla yararlanabildiği bir refah yaratmıyor.
Uzun lafın kısası, 29 Aralık 2011'de ''ulusal güvenlik'' ve ''ulusal birlik ve bütünlük'' korunsun diye atılan bombalarla öldürülen insanlar, yaşasalardı kendilerine ekonomik anlamda bir refah getirdiği söylenemeyecek olan ''ulusal ekonominin'' korunması için düzenlenmiş bir suçun failleri olmakla suçlanacaklardı.
Ülke ekonomisinin korunması için alınan tedbirlerle güvence altına alınan refahtan adil bir pay alamadıkları için giriştikleri sınır ticareti, onları güvenlik için atılan bombaların hedefi haline getirdi.
Onlar, ulusal güvenlik ve ulusal ekonominin kapsayıcı görünüp de dışlayan dilinin kesiştiği bir anda ve yerde başlarına yağdırılan bombalarla öldürüldüler. Biz, hayatta kalanlar bu dışlayıcılığın ifşa olduğu en acı örneklerden birine tanık olduk. (ED/HK)