Kurmaca filmlerin çoğunlukta olduğu İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışmasında belgesellerin yer alıp ödüllerle taçlandırılması bu seneki festivale damgasını vurdu. Sudan'lı Souhaib Gasmelbari'nin Ağaçlardan Bahsetmek (Talking About Trees) adlı belgeseli hem uluslararası yarışmanın jüri özel ödülünü kazandı hem de Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu FIPRESCI jürisinin ödülüne layık görüldü.
Türkiye'de belgesel üretimine yıllardan beri ilgi gösteren İstanbul Film Festivali'nin belgesel sinemayı desteklemek amacıyla başlattığı Ulusal Belgesel Yarışması'nda ise bu sene 11 yapım yer aldı.
2019 yılı Nisan ayında 38. kez düzenlenen etkinliğin Ulusal Belgesel Yarışma jürisi, yönetmen ve yapımcı Melek Ulagay Taylan, yönetmen Diana Näcke ve yönetmen Didem Pekün'den müteşekkildi.
Yönetmenliğini Rena Lusin Bitmez'in üstlendiği Tanrı Göçmen Çocuklarını Sever Mi Anne? adlı yapım en iyi belgesel ödülüne layık görüldü.
Aylin Kuryel ve Fırat Yücel'in yönettiği Baştan Başa filmi ise mansiyonla ödüllendirildi.
Geçtiğimiz günlerde İsviçre'nin Nyon kasabasında düzenlenmiş olan Visions du Réel'e de katılmış olan Rûken Tekeş'in Aether adlı eseri ise İstanbul Film Festivalinin hem Ulusal Belgesel Yarışmasında yer aldı, hem de Uluslararası Yarışmada şansını denedi.
Baştan Başa
Ulusal belgeseller arasında seyirciyi açık farkla en çok eğlendiren yapım Baştan Başa (Head and Tails) oldu.
Anadolu'nun muhtelif köşelerinden edinilen saçların İsrail'deki Ortodoks Yahudi kadınlarının başını örten peruklara dönüşmesi evlere şenlikti.
Bunda yönetmenlerden Aylin Kuryel'in Türkiye'deki azınlık ruhunu özümsemiş olmasının, Fırat Yücel'in de politik altyapısının rolü büyüktü.
İzmirli iki Yahudi kız kardeşin ticarete bulaşmasıyla gelişmiş olan dinamikte, erkeklerin hâkim olduğu bir piyasada yalnız kadın olmakla alakalı değil, Yahudi dinine mensup olmakla da ilgili birçok önyargı tek tek ortalığa saçılmış oldu.
Filmin kahramanlarından bilhassa Coya'nın ifade ettiklerinden bazıları, normalde Türkiye'de azınlıkların ancak cemaat fertleri arasında paylaşabildiği unutulmaz inciler.
Belki biraz daha kısa kurgulanabilecek belgeselde İsrail'de özellikle Ege'nin zeytin diyarlarından gelen saçların makbul sayıldığını, Hindistan'dan ithal edilenlerin ise at kılı kadar sert olduğunu da öğreniyoruz.
Gönül isterdi ki saçlarını satmak durumunda kalmış birkaç kadınla da tanışabilseydik. Saçların bile bazen kaşer, bazen haram olarak görüldüğü İsrail'de de gerici Yahudilerin dünyasına da biraz daha fazla sızmak isterdim.
Fakat filmin ironik yapısını minimal tınılarla yansıtan müziği dahil olmak üzere Baştan Başa Ulusal Belgesel Yarışması jürisinin mansiyonunu kesinlikle hak ediyor:
"Ortadoğu'nun bir ucundan diğerine katbekat toplumsal ve siyasal çağrışımları olan bir geleneğin mizahi portresi olduğu için".
Tanrı göçmen çocuklar sever mi anne?
Tanrı Göçmen Çocuklar Sever Mi Anne? filmine layık görülen En İyi Belgesel Ödülü ise "Yerinden olan bireylerin karşılaştığı zorlukları göze batmayan bir bakış açısı ve beceriyle işlediği; saygıyı eksik etmeyen sıcak bir yaklaşımla, geleceğe umutla uzanarak çocuklar ve ailelerine odaklanıp geniş toplumun ufak bir evrenini çizdiği için" verilmiş.
Yönetmen Rena Lusin Bitmez daracık alanlarda bile kamerasını kıvraklıkla kullanıyor, çoğu çocuk kahramanıyla adeta sembiyoza geçerken seyirciyi hiçten var edilen oyunlarla eğlenilen dönemlere sürüklüyor.
Çok özel dinamiklere şahit olmamızı sağlayan belgesel kâh gülümsetip kâh duygulandırıyor.
İstanbul'un göbeğinde göçmen olarak tutunmaya çalışan Ermeni ailelerin evlatlarının göze batmamak için genelde evlerinde vakit geçirmesi filmi biraz klostrofobik hale getirmiyor değil.
Fakat aileleri yoksul olmasına rağmen çocukların eğitimine verilen önem sayesinde mahalle kilisesinde muhtelif sanat dalları dahil, çeşit çeşit derslerden her yaştan çocuğun yararlandığı sahneler filme ve seyirciye nefes aldırıyor.
Filmin sonunda saf çocukların büyülü dünyasında 96 dakika gezinmenin lüksü adeta bir katarsise dönüşüyor.
Aether
Festivalin tanıtım metninde Aether belgeseli hakkında "Doğanın doğum-ölüm-yeniden doğuş döngüsüne yargılardan uzak, özgür bakışlı bir yolculuk...
Bir yönetmenin, yakında hidroelelektrik barajın suları altında kalacak kadim topraklarına 21 günlük bir saygı ziyareti. Buranın eterik özünü hislerle, gözlemlerle yakalamaya çalıştığı ve sezgilerle ilerleyen film, mekânın hakikatinden uyanan bir kronolojiyi izliyor" denmiş.
Birbirinden çarpıcı görüntülerin hareketli fotoğraflar gibi yavaş yavaş aktığı belgesel, cennet gibi bir diyarın neye kurban edildiğini bir kez daha teessüfle sorduruyor.
Kesinlikle hipnotik bir etkiyle kendini izlettiren 82 dakikalık Türkiye/İtalya ortak yapımı Kürt coğrafyasındaki acımasız icraatı bağırmadan teşhir ediyor.
Hatta filmin kahramanlarından iki tanesine benzer şekilde, söylemeye çalıştığı şeyleri işaretlerle iletiyor, ana dili konuşamamak bir yana, boğazdaki bir düğüm gibi ifade edilemez gerçeklerle özdeşleştiriyor.
Filmin tanıtım videosunda suda çırpınan arı misali biz de kendimizi aciz hissediyoruz adeta.
Aether'i İstanbul'da seyreden yabancı sinemaseverler arasında 12 bin yıllık bir maziye sahip antik yerleşim merkezi Hasankeyf'e odaklandığımızı anlamamış olanlar vardı.
Belki onlar için filmin başında veya sonunda bu konuda asgari ölçüde yazılı bilgi verilmeliydi; belki de onlar doğru enformasyona ulaşmak için, memlekette fazlasıyla kısıtlanmış tarafsız kaynakları kurcalamalıydı.
Fakat filmde kısaca da olsa görüntülerine maruz kaldığımız, devlet tarafından inşa edilmiş yeni yerleşim alanlarının çirkinliği, çevreyle büsbütün uyumsuzluğu, arkeolojik ve kültürel değerlere verilen sözde ehemmiyetle birleşiyor, evrildiği şov kesinlikle büyük bir riyadan ibaret oluyor.
Dünyanın gözü önünde değer bilmezlik nefretle birleşip insanlığın ortak mirasının inatla yıkımına doğru sürükleniyoruz... (MT/PT)