2015’e birkaç gün var.
önemli bir “tarih”in, 1915’in yüzüncü yılına giriyoruz. herkes kendince bir hazırlık yapıyor, kimini duyuyor, kimini duymuyoruz, kimini ise tahmin ediyoruz.
ama dikkatle bakarsak bu hazırlıkları fark etmemek olanaksız. dahası onların dışında kalmamak da bir görev.
belki bazıları “denk” geliyor. vedat türkâli son romanıyla ilgili söyleşisinde bunu vurgulamış. yine de bu denk gelmenin bilinçaltındaki kimi kayıtlarla ilişkisinin olması çok muhtemel. ama bilinçle bir şeyler yapmak gerektiği de çok açık.
benzer başka sorunları en şiddetli boyutlarıyla yaşadığımız günümüzde bu gerçekle yüzleşmek, olası başka çatışmalardan kurtulmamızı sağlayabilir.
“yara”
“suçu bildiğin yerde suçlu ortada yoksa, suçluyu bulamazsan, ruhunda öyle yara açılır ki, kapansın istemezsin. yaranı saklarsın, bir gören olur da bir katre merhem sürer. insan içine çıkmaktan çekersin kendini, birisi sorar belki kim yaptı bunu sana? cevap veremezsin, bilirsin vereceğin cevap bir işe yaramaz. uykunda bile gözlerin açıktır, biri gelip yaranı sarar diye evham basar içini. o yarayı saracak olan yine kendi özündür, gel gör ki nasıl saracağını bilemezsin. sen bir adım attıkça kapanınca biraz daha kısılırsın. dursan, için içini yer. ne yapsan boştur. insanın kaderi kafesi olur mu? işte böyle olur nuru gardaşım.”(ukde, 46)
1915’e bundan yüz yıl önce de bir yara açıldı bu toplumun bağrında: bu toplumu oluşturan insanların en azından bir kesiminin bedenlerinde ve varlıklarında. büyüklüğü, derinliği, yaygınlığı, etkisi farklı olsa da herkesin yarası aslında birdi, çünkü nedeni de birdi. aslında o yarayı açanlar önce kendi yaralarının, sonra da açtıkları yaraların üzerini kapattılar.
o yaralar yüz yıldır kanadı durdu. hâlâ da kanıyor ve eğer açılıp ortaya çıkarılmazsa, özenle bakılmazsa hep orada kalacak kanayacak.
akif kurtuluş iki yıl önce “mihman”la bir başka yarayı en azından okurlarının nezdinde açıp gösterdi, sarmaya, sarmalamaya ama en önemlisi “yüzleşme”ye çalıştı.
bu kez de benzerini, ama daha “köklü”sünü yapıyor. 2015’in arifesinde 1915 “büyük acı”sının nedeni olan yarayı bir kez daha görünür kılıyor yeni romanı “ukde”yle; o yaranın nereleri sardığını göstermeyi deniyor.
bunu coğrafyanın bir noktasında, “sivrihisar”da yolları kesişen insanların geçmiş ve şimdiki hikâyelerinin ardına takılarak yapıyor. bir “şüphe”nin nedenini arıyor merakla, bir “utanç”la karşılaşıyor etkilenerek ve bir “yalan”la da onun nasıl görünmez kılındığını ortaya koyuyor.
“biz” ve “bir” olmak
yarası olmayan insan yoktur. ama yarasının farkında olmayan insan çoktur. yaralarımız bizi “biz” kılar, “bir” kılar. yaraları olanlar ancak “bir” olur, “biz” olur. yarası olmayanlar yarası olanların “biz”i, “bir”i olamaz. onun için, “bir” olmak için, “biz” olmak için evvel kendi yaralarımızı görmeyi başarmamız gerekir. onları görüp yüzleştiğimizde, önce “yara”nın ne olduğunu anlarız. o zaman “acı”nın anlamı ortaya çıkar. “acı” gerçekten fark edilir, hissedilir.
bazı yaralar vardır ki görünmez ama oradadır ve içten içe kanar. onun iyileşmesi için önce onu görmek, görünür kılmak, açığa çıkarmak gerekir. yarayı iyileştirmek sonra gelir.
bazı insanlar, bazı insanların bazı uzuvları, bazı organları duymaz, hissedemez, anlayamaz. ayrı birer hastalıktır bunlar. tedavisi çoğu zaman mümkün olmayan hastalıklardır üstelik.
eski ve tedavisiz cüzzamlı hastaların bazılarının elleri, ayakları duymaz. basıncı, travmayı, yanığı, vuruğu hissetmez. öyle olduğu için de sıkça yaralanırlar. bu dokuların beslenmesi de iyi olmadığı için kendi kendine kolay iyileşmez. iki şey yapmak gerekir. önce o yaraları açıp görmek gerekir. sonra yaranın iyileşmesini engelleyen nedenleri ortadan kaldırmak. sonra da yaranın olduğu yeri yeni doğmuş bir bebeğe gösterilen özenle sarıp sarmalamak, ona bakmak, yeni travmalardan korumak gerekir.
yaralar ancak o zaman iyileşebilir. bu zaman alır. özen, dikkat gerekir. iyileşen yaraların yerlerinde de bir iz, bir nedbe dokusu kalır. çok eski ve yinelenen yaraların nedbe dokuları da kalındır. hiçbir zaman eski haline dönmez o noktadaki o dokunun hali. yıllar geçse de. onu da sürekli gözetmek gerekir, ne kadar kalın olsa da, ne kadar sert görünse de yeni bir travma yine orada açar ilk yarayı. doğanın hali, insanın hali budur.
o yüzden önce yaraları açmak, görünür kılmak, sonra onlar için bir şeyler yapmak gerekir.
“ukde”
o yaraların görünür kılınması için yazılmış. yarası olanların ya da yaralara tanık olanların yaşamlarının kesiştiği bir kısa roman akif kurtuluş’un son romanı “ukde”.
romanın ana karakterini oluşturan bir “büyük” baba var; adı “bir ‘hidayet’”, hidayetlerden, hidayete ermiş olanlardan birisi olduğu için adı hep bu başındaki belirsizlik içeren nitelemeyle anılıyor. tüm benzerlerini kendisinde simgeler ama bir birey olarak kendileri yoktur böyle “bir” olanların. oysa böyle olmayan “bir” olmak, dediğim gibi ne güzel, anlamlı ve insanı iyi kılan bir “hâl”dir.
onun bir kızı var, adı bedik, “bedik”lerden birisidir o da. bir de oğlu var. hidayet kendi soydaşlarını, kardeşlerini birer birer ittihat terakkicilere ihbar eden “bir hidayet”tir. 24 nisan 1915’te somutlaşan “soykırım”ın en büyük ama tanınmayan faillerinden birisi de odur ve bu ihanetinin bedelini canıyla öder çok geçmeden.
ama yalnız o ödemez. çocukları da öder bedik de, dr. gurbet’in büyük babası da, babası ahmet de öder, her biri başka biçimde ve anlamda. onlar hizmet ettiği polislerden birisinin “nüfusuna kayıtlı” çocuklar olarak, geçmişlerinden koparılırlar. çocukluk belleklerinde açılan yaraları kanar halde kalır.
oğlan evlenir ve bir oğlu olur adı “ahmet” derler. öğretmen olur, evlenir ve bir kızı olur. ona da gurbet derler. aykırı bir hekimdir, idealist bir insan, duyarlı bir kadındır. kendisinin, yaptıklarının ve yapmadıklarının hatta yapma potansiyeli içinde olduklarının farkında bir kadın. şüpheleri, utançları, yalanları olan bir kadın.
gurbet’in de bir yarası var. bir arkadaşının babasını ihbar eden kişinin kendi babası olabileceği şüphesinin yarattığı bir yara. o da yıllar boyu içten içe kanıyor. ahmet gurbet küçükken annesinden ayrılıyor, çocukluğunu gençliğini yalnız yaşıyor.
bedik, gurbet’in büyük halası ölmeden önce gurbet’e bir “sır”rını veriyor. sonra gurbet o sırrın peşine düşüyor. bu sırada hem babasının hem onun yolunun kesiştiği bir kadın var: adı cavidan. cavidan bir hakim emeklisi. ileri yaşında ahmet’le evlenmeye kalkan, önce çocukluktan arkadaşı, sonra meslektaşı olan hamiyet’in yakın arkadaşı. cavidan’ın yeni yitirdiği ve ardından rastlantıyla kısa bir hatıra defteri bırakan, ilk görüşte vurulduğu “nuri”nin de bir arkadaşı var; gittiği ingiltere’de tanıştığı, ona “nuru gardaşım” diyen “benjamin ağabey”.
ahmet’le hamiyet’in nikah törenindeki bu kesişme, birbirine benzer 4,5 olayda daha yineleniyor. onlardan birisi de “benjamin ağabey”in geçmişi, geçmişinde eskişehir’in “sivrihisar kazası”nda yaşadıkları. sarmal bu kesişmelerle tamamlanıyor ve bundan 124 sayfalık “ukde” romanı çıkıyor.
akıcı bir dille, mihman’dakinden farklı bir üslûpla, tanıklıkları kendi sözleriyle aktararak, duyguları iç ses konuşmalarıyla anlatarak bizleri de bu sarmalın içine dahil ediyor ve onların söyledikleriyle kendi yaralarımızı bize göstermeye çalışıyor, en azından bizlere onları aramayı öneriyor.
“son sözü hukuk söyler”
akif kurtuluş bir hukukçu. o yüzden bir pencere de açıyor bu romanda ve hukuk insanı olarak yaklaşıyor; ama duyarlı, ama insan haklarına saygılı, ama insan olarak. onurlu, bilen, bilmediğini de soran sorgulayan, gerçeği sonuna kadar arayan bir insan olarak bağırmadan söylüyor. çünkü bir yara varsa, onu açan da vardır. açan ya kusurlu ya kabahatli ya da suçludur. bu konuda ise elbette “son sözü hukuk söyler”, söylemelidir. ama hangi “hukuk?”
dolayısıyla roman biraz da hukukun temel sorunlarını tartışarak, bazı dersleri ortaya koyuyor. bu dersler günümüzde “hukuk”un değilse de yargının durumu göz önüne alınınca çok önemli. dolayısıyla o derslerin çoğu hukukçular için. ama hukuk yaşamımızın temel taşlarından birisi.
onun için o derslerden hepimiz için, hukukun üstünlüğünü kabul edip, adaletin varlığına inananlar için.
örneğin hakim cavidan hanım “yirmi küsur yıl boyunca taraf, taraf vekili, şahit, her kim olursa olsun ağzımdan ‘sen’ diye bir kelime çıkmadı.” (s:15) diyor daha en başlarda.. bu onun yargıya, konumuna ve insanlığına dair de bir fikir uyandırıyor okuyanda.
sonra af konusunda farklı bir bakış sunuyor, “suçsuz birisini affetmeye çalışmak, affedecek olanı daha büyük bir kötülüğün içine çeker. olmayan bir suç yaratır zira. suç, kusur, kabahat... ne dersek diyelim. ceza verecek olan, müeyyide koyabilecek olan affedebilir ancak.”(s:40) başka bir yerde bu kez farklı bir yönden ve başka bir sesle tartışıyor af ve affetme konusunu: “affetmek var ya, uyduruk bir şeydir, affetmek diye bir şey yoktur. affetmek de özür dilemek gibi samimiyetsiz bir şeydir. üstünlüğü ele geçirmek değildir affetmek, çirkinleşirsin affedince. senden af bekleyenin dünyasına girersin. onun benden özür dilemesi, üstelik ‘bu özrümü kabul etmek zorundasın’ anlamına geliyordu. sahtekârca hani, hiçbir samimiyeti olmayan bir özür. onu affetseydim ben de aynı sahtekârlığı giyinecektim. düşünsene, affetmediğim için ben suçlu olacağım. dönüp ona, seni affetmediğim için beni affet diyeceğim neredeyse.”(s:64) tabii anlayana...
“adalet”le “yargı”nın başka başka şeyler olduğunu ortaya koyuyor: “suçsuz olanlar, sadece yargılayamadıklarımızdı. bizim prensibimiz ‘hiç kimse hakim önüne çıkmadıkça suçlu değildir’ idi.”(s:44).
devletin nezdinde adaleti gerçekleştirenlerle ilgili tutumunu ise çok net olarak tanımlıyor, hepimizin farkına varması ve sorgulaması için: “böyle konular üzerine düşünmemiz istenmezdi bizden. devlet, kendisi namına hüküm vermemiz için bir kürsü ve bir cübbe vermiş. ‘sizin işiniz yargılamak’ demişti. adalet sağlamak değildi maksat, hüküm vermekti. verdiğimiz hüküm adaletin kendisiydi nasıl olsa.”
ve nihayet adaletin “suçlu” saydıklarıyla ilişkisini ve meramını da açık ediyor bir kez daha: “itiraf, edilen bir şeyden çok, alınan bir şeydir. biz hakimlerin en iyi bildiği şey... suçunu kabul eden sanık bizi tatmin etmez. onu konuşturmak, pişman olduğu itirafını alarak onu iyice gömmek, rezil etmek, yerlerde süründürmek isteriz. çoğu kez bulunduğumuz yerden tepesine dikilerek değil, bir anne şefkâtiyle yaparız bunu. yargılama dediğimiz savaş, suçluya verdiğimiz cezayla kazanılamaz. yalan yanlış samimi veya değil, ‘bir daha yapmayacağım anne,’ lafını ondan duyduğumuz andır zafer anı. bozulan düzen, işte bu pişmanlık itirafından sonra eski haline döner.”(s: 58)
akif kurtuluş’un belki de bir romancıdan çok bir avukat olarak bizlere söylemek ve gündelik yaşamımızda bazen sanık, bazen tanık ama çoğunlukla da “mağdur”u olduğumuz kimi davalar için sunduğu bu yaklaşım bizlere bu açıdan da ışık tutuyor.
tamamlanmamış cümleler
“tamamlanmamış cümleler kurarız bazen” diyor akif kurtuluş romanın bir yerinde. doğru, bazen bu kaçınılmaz olur. bir cümleye başlar ama susarız. o suskunluk o cümlenin anlattığından çok daha fazlasını anlatır. susana da o suskunluktan sonuç çıkaranlara da. ama susmak aynı zamanda ortak olmaktır. susmak aynı zamanda “suça” da, “mağduriyete” de ortak olmaktır. onun için susmamak, anlatmak gerekir. ama anlatma için de şu haklı saptamayı yapıyor: “insanları ürküteni bir şeyin yapılması değil, anlatılmasıdır.”(s:69)
cümlelerin tamamlanamamasının bir nedeni budur. ama o cümlenin devamı da bizi başka bir yere “yalan”a da götürür: “tamamlanmamış cümleler kurarız bazen. öznesi bellidir, yüklemi yerindedir, hatta kurallarına göre kusursuz cümlelerdir bunlar. gerçektirler gerçek olmasına. yine de bir büyük yalanın üstünü örterler. bu kusursuzluk içinde açığa vurulmamış, dilden kaçırılmış duyguların o sözcükler arasında yarattığı boşluğun adıdır yalan.”(s:97)
tüm bunlardan çıkardığım sonuç şu: “benim yaram yok” diyenler başta olmak üzere herkes okumalı bu romanı bence. sonra da onun izleklerini kendi içinde sürmeli.
o yüzden nuru gardaş’ın dediğini çok önemlidir: “bu şansı ziyan etmeyelim”(s:43).
en azından yüz yıl sonra 2015’te o büyük acının görülmesi ve sağaltılması için ilk adımı atarak başlayalım buna.
yaralar iyileşmeli acılar azalmalı. acıyla yaşanmıyor çünkü. yaşanır da ona “yaşam” denmiyor çünkü.
sözü yine benjamin ağabey bağlasın: “bazı sözler vardır, ağzından çıktıktan sonra ömrü boyunca takip eder insanı. geri alamazsın, tamir edemezsin. karşısındaki ne demiş, hiçbir ehemmiyeti yoktur zaten. derinlerden bir yerlerden patlayan çığın o vahşi gümbürtüsünden duyamazsın cevabı. zaman en büyük işkencecin olur, yaşadığın bütün azapları unutturacak kadar büyük bir yara açılır ruhunda. muhatabının hoşgörüsü bile seni o cehennemin içinden çekip çıkaramaz. hatta affedilmiş olman seni bir başka derin huzursuzluğun içine atar. kolundan kazıyamayacağın bir dövme, alnının çatına basılmış mühür, kalbinin tam ortasında bir ukde olarak kalır.”(s: 28)
o günler geçsin, bir daha gelmesin.
hepimizin dileği bu olmalı. (ms/yy)
(*) “ukde”, akif kurtuluş, roman, iletişim yayınları, aralık 2014,
isbn: 978-975-05--1674-0, 124 sayfa