1992’nin sonbaharında ilkokula başladım. İlk karne hediyem Ankara’ya “Atatürk’ü ziyaret”ti.
Annemin halasına ziyareti karne hediyesi, diye tav olmuş bir çocuk olarak istediğimi de aldım. Anıtkabir’i gördüm, akrabalarımla tanıştım.
Ve ilk defa bir gazeteyi ziyaret ettim.
Uğur Mumcu öldürüleli daha iki hafta kadar olmuştu. Babamın bana “Uğur Mumcu aydınlarımızdan biriydi. Yazdıkları için onu öldürdüler” dediğini hatırlıyorum.
Küçüktüm, Bursa’da bu ülkenin batısında doğmuş ve büyümeye çalışan bir çocuktum. Faili meçhullerden, ülkedeki savaştan, Kürtlerden pek de haberdar değildim.
Ama karanlığı hatırlıyorum.
Sol görüşlere sahip bir ailede büyüyen çocuk olarak benim yanımda fısıldadıklarını hatırlıyorum. Bazı haberleri izlememe izin vermedikleri hatırlıyorum. Bazı haberin fonundaki Rambovari müzikleri de hatırlıyorum.
1993’ün kışında, yağmurlu ve gri Ankara’da – ki hep de öyle tasvir edilir - babamın elinden tutup gazeteye girişimi de hatırlıyorum. Okula başlayalı sadece birkaç ay olmuş bir çocuktum; okuyup yazma meselelerinde yeniydim. Bu konulara meraklı bir babam ve heveslendirici bir öğretmenim sayesinde bol bol okusam da yazmayı hiç sevmezdim.
Elyazım güzel değildi. Hala daha değil.
Ama ben ilk yazımı Cumhuriyet gazetesinin Uğur Mumcu için oluşturduğu ziyaretçi defterine yazdım.
Ne yazdığımı hatırlamıyorum. Ama bol imla hataları olan, kalem tutmayı sevmediği belli bir çocuk tarafından yazılmış bir yazı olduğunu hatırlıyorum ki “Eyvah, bir sürü hata yaptım, kim okuyacak benim yazdıklarımı” diye düşünmüştüm.
Uğur Mumcu benim için ilk o anı defterindeki yazıydı. İlk kamusal yazım.
Evimizde pek de büyük olmayan bir kütüphanemiz vardı. Büyük çoğunluğu ansiklopedilerden oluşan, bunların haricinde belli başlı “solcu” kitaplarının olduğu bir kütüphane.
Daha “Benim kütüphanem” diyebileceğim kadar kitabım yoktu. Babamın bana aldığı kitapları defalarca okurdum. Hala sorarlar “Okuduğun kitabı yeniden niye okuyorsun” diye. Alışkanlık.
Çocuktum. Resimli kitapları seviyordum. Ev kütüphanesinde resimli bir kitap vardı: “Vurulduk ey halkım unutma bizi.”
İçinde, ancak bugün geriye dönünce kavrayabildiğim çizimleriyle bir şiir kitabı. O zaman hayal gücümün layık gördüğü rollere bürünen kadın ve erkek çizimleri aslında işkenceyi ve tutsaklığı anlatıyordu. Bir de ölümü.
Konuşmaya yeni başladığım zamanlardan beri babam bana şiir okuturdu. Şiiri sevmesem de şiir okumayı sevdim. Hani o kendi sesini dinlemeyi sevenlerdendim.
“Vurulduk Ey Halkım Unutma Bizi” elime alıp okuduğum ilk şiir kitabıydı. Uğur Mumcu “benim” okuduğum ilk şairdi.
Geçtiğimiz yıllarda, yine bir 24 Ocak’ta, eski bir arkadaşım Facebook’undan Mumcu’yu ananlara sitem etmiş “PKK’lilere terörist diyen bu Kemalist’i niye anıyorsunuz” diye yazmıştı. “Beğen” tuşuna basanlar da az değildi. Ama ortak bir arkadaşımız şunu hatırlattı:
“Uğur Mumcu öldürüldüğünde hepimiz cenazesine katıldık. Bir gazetecinin faşistler tarafından öldürülmesine hepimizin tepkisi vardı. Flamalarımızla biz de cenazedeydik.”
Mumcu, geriye dönüp okuduğumda, pek çok görüşüne katılmadığım biriydi. Ama,
“yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. isteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren senetler gibi kullanırdık”
derken,
“fidan gibi genç kızlardık. hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla”
derken,
Uğur Mumcu sadece 12 Eylül’ü mü anlattı? Mumcu’nun öldürüldüğü 1993’ün her bir gününe işlendi bu sözler. Ve daha öncesine; ve de daha sonrasına.
Uğur Mumcu’nun cenazesi, geriye dönüp baktığımda, benim için tekrar beraber olabileceğimizin ilk umuduydu. Çünkü birbirimizi sevmesek de, vaktiyle, zulme karşı biraraya gelmiştik. Çok da yanlış değilmiş. Keza yine, tüm karşıtlıklarımıza rağmen yeniden beraber olabildik; 31 Mayıs 2013’te. (EA/HK)