Uğur Mumcu 1993’te katledildiğinde 6 yaşındaydım. Bugünkü gibi kasvetli, kapalı, soğuk bir gün olduğunu hatırlıyorum. Bir de televizyonda geçen haberi: “Uğur Mumcu’ya bombalı suikast.”
O günün devlet yetkilileri fail ya da faillerin bulunacağını söylemesinin bir geçiştirmeden ibaret olduğunu sonraki yıllarda hepimiz görmüştük. Bugün 29 yaşındayım. Hâlâ Uğur Mumcu’yu öldürenler cezalandırılmadı. Eşi Güldal Mumcu şöyle diyor:
“O günden bugüne 23 yıl geçti, 23 yıl boyunca hukuki mücadele yaptık. Olayların aydınlanması ve açığa çıkması için yılmadan uğraştık. Bir dava açıldı. O davanın sonucunda bazı katiller yakalandı. Fakat Uğur Mumcu’yu öldürenlerin kim olduğuna dair tam net bir sonuca ulaşamadık.”
Zaten devletin diğer pek çok cinayeti olduğu gibi Mumcu cinayetini aydınlatmak, katillerden hesap sormak gibi bir derdi de hiçbir zaman olmamıştı. Olmamıştı, çünkü Mumcu öldürüldüğünde Erzurum Valisi olan, aynı yıl temmuz ayında Emniyet Genel Müdürlüğü’ne atanan Mehmet Ağar, Güldal Mumcu’ya, soruşturmayı engelleyen bir duvar olduğunu itiraf ederek şöyle diyecekti: “Bir tuğla çekersem, duvar yıkılır…”
O tuğla çekilmemişti tabiî. Çekilmediği için de bu kez 2007’de Hrant Dink öldürülmüştü.
Bugün ne Mumcu’nun ne de Dink’in gerçek katillerinden hesap sorulabilmiş değil!
Hâlbuki 1970’de yayınlanan “Katiller Demokrasisi Hırsızlar Düzeni” adlı kitabında şöyle demişti Uğur Mumcu:
“İnsanlara can güvenliği sağlayamamış bir düzene hukuk devleti denilemez. Devrimcilerin faili meçhul cinayetlere kurban gittiği bir düzene demokrasi denilemez. Yolsuzlukların devlet yetkililerini sardığı bir düzene Anayasa düzeni denilemez. Bu, katiller demokrasisidir. Bu, hırsızlar düzenidir.”
"Araştırmacı gazeteci"nin, günümüze belki de en uygun düşen sözleriydi bunlar. Ama en acı olanı da bu kitabın yazılmasından yıllar sonra yine aynı olayların yaşanmasıdır.
Son zamanlarda üzerine yazıp çizdiğimiz hangi olayı saymalı ki? Suruç ve Ankara katliamlarını mı? Tahir Elçi cinayetini mi? Sultanahmet olayını mı? Kürt illerinde yaşanan çocuk, genç, yaşlı, kadın ölümlerini mi? Yahut kapatılan yolsuzluk dosyasını mı? Hangisini?
Her biri Türkiye’nin bir hukuk devleti olmadığını gösteren olaylar.
Uğur Mumcu’nun katledilene kadar el attığı dosyalar yalnız o yılların değil, günümüzün de kronik sorunlarını ele alıyor. Askerî darbelerin zorba rejimlerinde ve çoğunluğu sağcı iktidarlar döneminde yaşanan olayların “gözlem”ini yapan Mumcu’nun kitaplarının, yazılarının güncelliğini koruyor olması da bundan.
Meselâ “Barış bildirisi” yayınlayan aydınlara bugün “lümpen”, “çeyrek porsiyon”, kapkaranlık insanlar” denilerek değersizleştirilmesine, itibarsızlaştırılmasına bir yanıt gibidir, “Ne zaman uygar olacağız bilir misiniz? Bir katil ya da kaçakçı ile bir aydın arasındaki farkı anladığımız gün!” sözleri.
Uğur Mumcu’ya kulak vermek
Bir felsefedir Mumcu’nun gazeteciliği. Onun “Bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmaz” özdeyişiydi gazetecilik için beni yola çıkartan.
Yalnız bu değil, “Barış, herkes için barış… Özgürlük, herkes için özgürlük… Demokrasi, herkes için demokrasi” sözleriydi aynı zamanda.
“Devrimci ve Demokrat” adlı kitabında “Demokratlık karşıtlarına özgürlük istendiği noktada başlar. Bu noktadan öncesi kusura bakılmasın ‘gizli faşistlik’ sayılır” diye ifade ettikleriydi.
“Bir kişiye yapılan haksızlığı her insan yüreğinde ve bilincinde duymalıdır bütün ağırlığınca. Bu sorumluluk bilinci kurulmamışsa her yeni haksızlık bir ‘kader’ gibi benimsenir bütün toplumda. Oysa ne yoksulluk ne de haksızlık ‘kader’ değildir. Yoksulluğun ve haksızlığın nedenleri vardır. Bunları birer birer saptayıp toplumun önünde haykırmak gerekiyor” şeklinde sorgulamaya yönelten söyledikleriydi.
Ama en çok da ölüm tehditleri aldığı hâlde toplumun çıkarı için gazeteciliğe daha çok sarılmasındaki cesaretiydi.
Kendisinin dediği gibi, yazdıklarını hiç kimse yalanlayamadı. Dolayısıyla onun gözlük numaralarının artması pahasına, belki o mahkeme tutanaklarını bir değil, ta ki anlayana dek defalarca okuması, fark edilmeyeni bulup çıkarması, ama hep araştırmasıydı gazeteciliğindeki başarısı. Evet, büyük bir özveri işiydi yaptığı.
Şöyle diyordu “gazeteci”yi tanımlarken: “Sır saklayan, haber ve bilgi kaynağını gizlemesini bilen, gerektiğinde hükümetlere ve güç odaklarına karşı savaşmayı göze alan insan, gazetecidir.”
Bu değerlerle tanıştırdı bizi Uğur Mumcu. Salt tanıştırmakla kalmadı, yola çıkmamıza vesile oldu.
Onun kitaplarıydı en çok kütüphanemde bulunan. Henüz mesleğin eğitimini almaya başlamadan önce onun kitaplarını okur, önemli yerlerin altını çizer, notlar çıkarırdım. Yakın tarihi araştırma merakım da böyle başlamıştı, kitap okuma ve sorup sorgulama alışkanlığım da. Bir okul gibiydi o. Eğer gazeteci olunacaksa, onun gibi bir gazeteci olmaktı hedef.
Kulağıma küpe gibiydi ya sözleri, onun “Bu konuları köşenizde sık sık yazarsanız okuyucu sıkılır ve haklı olarak ‘Başka konu yok mu?’ diye söylenir. Köşe yazarı bu durumda peşine düştüğü olayı bir yana bırakacak mıdır? Hayır, bırakmayacaktır” sözünden hareketle geçen 24 Ocak’ta yazdığım yazıda şöyle demiştim:
“Kuşku yok ki (Türkiye tarihinde) işlenen cinayetler, yapılan katliamlar, yaratılan terör ortamı, bunlar karşısında medyanın sorumsuz tavrı ve miskinlikle (daha düne kadar) asker göreve çağrılarak orduyu buna teşvik etmeler, askeri darbeler ve fakat bununla birlikte devletin yıllar yılı cinayetlerin aydınlatılmasında gereken duyarlılığı göstermemesi, insanların demokrasi umutlarını da yok etme gayesiydi. İnsanları katleden, ülkeyi bir aydınlar mezarlığına çeviren o karanlığı sorgulamak yarınların aydınlığı için büyük bir önem taşıyor; daha iyi bir dünya, daha iyi bir demokrasi için...”
Şimdi ise ülke bir çocuk mezarlığı gibi. Miray bebeğe, 10 yaşındaki Cemile’ye, 5 yaşındaki çocuklara, hayatının baharındaki gençlere, komşusundan evine dönen ve evlerine havan mermisi isabet eden kadınlara, ekmek almaya çıkan yaşlı adamlara mezar olan bir ülke burası. İnsanların ölüsüne bile işkence yapılıyor.
Böyle bir yerde “Ben insan hakları savunucusuyum” diyen Uğur Mumcu’ya kulak vermeyeceğiz de ne yapacağız? (SE/HK)