Son günlerde siyaset içre tartışmalardaki güdüklük önümüzdeki ayların da böyle geçeceğinin habercisi. Bildiğimiz oyun yeniden kuruldu. Bu memlekette tören zihniyeti değişmez. Okulların 29 Ekim, 10 Kasım, 18 Mart tören programları vardır. Akışları, içerikleri hep aynıdır. Oyuncular değişir değişebilir; ama onların da bir etkisi, katkısı olmaz oyuna.
Bu, onlardan beklenmez de. Son dönem seçim odaklı tartışmalar da seçim törenlerinin başladığının göstergesi. Her zamankinden daha sıkıcı, daha geçersiz, daha yorucu, dayanılmaz sanki. Elbette, hep böyleydi; bu, yeni değil. Benim içinse seçimler, birkaç dönem dışında pek bir anlam ifade etmedi.
Devletle derdim ezel'den ebed'ede ne de olsa!
Meclise, organlarına, çıkaracağı yasalara inanmadığım bir yapının sahte bir belirleyeni olmayı istemedim. Neyi/kimi, neye/kime tercih edecektim ki? Bağımsız adaylar söz konusu olduğunda ve HADEP'in meclise gireceği dönemde bir yerlerinden dahil oldum. Hatta, bu dönem ilk kez oy kullanmıştım. Hem "güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan / dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar // dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan / Kürdistan'da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar // Muş - Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan / eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar (...)"*ıokumuş hem de nerelerin, nasıl kanadığını görmeye başlamıştım. Görmek, o zamanlarda çok zordu. Bakmaya çalışmak bile. 90'lardan 2000'lere gidiyorduk.Sadece "Muş-Tatvan yolunda" değil, devlet her yerde kandırmaya çalışıyordu. "Kürdistan"ı, "Muş-Tatvan yolu"nu tahayyül bile edemiyorduk!
Devlet derslerinde ölüp ölüp okuldan kaçıp dirilmiştim sürekli. Bu dönem, geride kalmıştı. İster kader ister kara tercih diyelim, bu sefer öldürenler tarafında olacaktım. Ama elbette öldürenlerden değil. Hem onlara karşı olacak hem de öldürmemenin yollarını arayacaktım. Ama işte o ilk ve son oy kullanmamdan sonra uzun yıllar, seçim dönemlerinde ve devamında devletin bana/bize dayattığı iki kutuplu dünyayı kabul etmeyecektim. Kanların ve yaraların durmadığınıysa görüyordum. Bu topraklarda yaşayan halklara ve güzel insanlara borçlanmaya devam ediyorduk. Vaktinde devlet derslerinde dayatılanların içimize işlemesine izin vermeyenlerdendim. Kimliğimde yazanlarla, kan bağım olanlarla benzerliklerim hükümsüzleşmişti iyice. Böyle böyle büyürken iki bağımsız aday döneminde sürecin içinde yer almıştım. İlkinde, kendimden hiç de beklemediğim bir performansla ve heyecanla destek olmuştum. İkincisindeyse şenlik, cümbüştü! Sadece İstanbul özelinde değil, seçilen bağımsız sayısını birbirimize söylerken "Sahi mi?" demeyi epeyce bırakamadık.
Şimdilerde, o değişmeyen seçim töreni yeniden sahnelenmeye başlandı. Hatta, tablo okul törenlerindekinden de fena! Okullarda oyuncularda bir ya da iki sene arayla değişiklik olurken bu törende 90 yıllık değişmezler söz konusu! Seçmenler özgür, özerk özneler olarak -yine- görülmüyor. Birileri kendilerini bilirkişi ve karar verici mevki olarak tayin etmiş parmak sallayarak konuşuyor. Bu köşebaşçılar, sandıklarını karıştırmış güvelerin kenarlarını yediği yazılarını çıkartmış, örümcek ağlarını temizlemiş, tozlarını üflemiş önümüze sürmekte. Bu sefer o yazılardan hareketle sanal âlemde dönen tartışmalar da başkaca bir dert! Şaşırmaktan vazgeçyeceğimse birilerinin bu söylenenlere hâlâ inanması! Zikredilen kişileri ve yapıları "çare" olarak görmesi! İnanlarını kendi kararları, bilmeleri, seçimleri, arzuları, hayalleri üzerinden değil; birine/birilerine "sadece" karşıt olma noktasından desteklemeleri de bir akıl acziyeti olsa gerek! Pes ki ne pes!
Seçim/oy meseleleriyle ilişkilerimin burada aktardığım özeti ve ideolojik tercihim -devlet'le ilişkim ve devlet'e bakışım elbette değişmedi- susmamı, geri çekilmemi gerektirse ve içten içe bunu bana dayatsa da, bu yaşadığımız haziran dönüp dolaşıp aklımı çeliyor. Yazıları da yazanları da küf kokuları, güve yenikleriyle baş başa bırakıp kendi gündemlerimizi yaratmamız, varolan çeşit çeşit gündem ipini kaçırmamamız ve hayatı da dört kolla, beş gözle, üç kulakla... kucaklamamız gerektiğini tekrarlayıp duruyor.
Zira çığlıkla, sloganla, zekayla, inançla, akılla, kalple, direnişle, aşkla, isyanla.. sokaklarda şiir yazacağımızı, sokakları şiire dönüştüreceğimizi; geçit törenlerini terk edip kendi karnavalımızı kuracağımızı; şairlerimizi kucak kucak sokağa taşıyacağımızı söyleseler inanır mıydık? Bu, oldu. Azımsamayalım, küçümsemeyelim; kutsallaştırıp taçlar da takmayalım! Bu, iki kutup arasına sıkış(tırıl)madan, verili, sunulu, öğretilmiş olanı sarsarak ve yıkarak gerçekleşti. Bunu yaşadıysak daha fazlasını da yaşayabileceğimize inanmamız ve onu bulmamız, bulamadıysak kurmamız, kurulu olan varsa dahil olup güce güç katmamız gerekir. Bunun yolu da güdük, eskimiş ve eskitilmiş söylemler, kişiler arasına hapsedilmekten geçmez. Haziranda beklemeyi, boşvermeyi, uyumayı, verili olanları kabul etmeyi reddedip üçüncü yolu aratan her ne/neler idiyse memleketin genetik kodlarına, yazılı ayarlara, devlet derslerinde dayattıklarına döndürülmeye çalışılmamıza karşı her daim direnmeliyiz.
"Atlasları getirin! Tarih atlaslarını! / En geniş zamanlı bir şiir yazacağız // Harbi karşılık verecek ama herkes / Göğünde kuş uçurtmayan şu üç soruya: // Bir, Yeryüzüne nasıl dağılmıştır / Tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar? // İki, Daha yavuz bir belge var mıdır ha / Gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden? // Üç, Boğaziçi bir İstanbul ırmağıdır / Nice akar huruc alessultanlarda bayraksız davulsuz?(...)"dendiğinde "harbi karşılık ver"enler ile soruların "göğünde kuş uçurtmayan"lar bir araya gelir mi? Birileri, gelir zannediyor! Gelirmiş gibi yapıyor! Buralara dair kimin çıkarı nedir, ne değildir; öyle çok söz dolanıyor ki anlamıyorum! Oysa Ece Ayhan okuyorum, pek de güzel anlıyorum.
90 yıldır, ata-baba'lar ile ak-baba'lar arasında zaman zaman el değiştirmiş olsa da nihayetinde her türlü ayrımcı, ötekileştirici, yok sayıcı yasadan, uygulamadan uzak durmayanlar; totaliter, militarist, ırkçı, cinsiyetçi ve her alanda savaşı inşa eden kurumların kurucuları ve sahiplenip devam ettiricileri ile soruların göğünde kuş uçurtmayanlar aynı kişiler değil mi? Aynı kişiler! Bu kişiler, sadece "Muş-Tatvan yolunda" değil, her yerde kendilerine inanılması için bütün araçlarıyla özgürlüğümüze, aklımıza, özerkliğimize, kendiliğimize pusu kurmadılar mı? Kurdular! E, hep söylüyoruz: "devlet dersinde" bizleri "öldür"mediler mi?Of, hem de nasıl!
Bizlerse, "devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu" olan "Maveraünnehir nereye dökülür?"e, "En arka sırada"n parmak kalıdırıp "Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine! dir" diyenler değil miyiz? Bir kısmımız haziranda vallahi söyledi, tanığız! O halde, şimdiden sonra dev-baba'larca iki güdük kutup arasına sıkıştırılmaya çalışılmamıza, 90 yıllık bitmeyen bu müsamereye karşı "Efendiler! Eşekler susabilirler / Ne yani çocuklar hiç gülmeyecekler mi?"yi haykırabilecekler de biziz. Bu güce sahibiz! Hem, denemekten ne çıkar! Bırakalım, anlayanı az olsun. Razı gelmediğimize ve zorunlu bırakıldığımıza teslim olmaktansa, kendi sözümüze ve hayallerimize sahip çıkmak ve bunlar için direnmek hem bir onur hem de muhteşem bir tatmin değil midir?
İşte tam da bu sebeplerle köşebaşıcı kadıların kadılamacaları çok zavallı! Bu, yazılarının paçasından akıyor. Haziran'ı yaşamış bir İstanbul'a bunları o yazılarla zerk etmek kolay olmasa gerek. Size, şimdiden bir pışık! Bu, şimdilik sadece benden. Çok'uz, ha; ona göre!
Ormanımız, ağacımız, toprağımız, bostanımız, suyumuz, havamız; kuşlarımız, kedimiz, köpeğimiz, balığımız; sinemamız, terzimiz, pastanemiz, kahvemiz; evlerimiz, mahallemiz, sokağımız, caddemiz, meydanımız, parklarımız; kültürlerimiz, dillerimiz, dinlerimiz, inançlarımız, kimliklerimiz; emeğimiz, alın terimiz, yemeğimiz, ısınmamız, ışığımız; masalarımız, şenliklerimiz, isyanlarımız, eylemlerimiz, halaylarımız, danslarımız; bedenlerimiz, sevişmelerimiz, öpüşmelerimiz için.. Sözümüzü, yerellerimizi, eylemimizi güçlendirmek için.. Kaybettiğimiz canlarımız için.. Kentimiz ve kendimiz için.. Şimdi'miz ve gelecek'imiz için devlet baba'lardan alacaklıyız. Ak'lı'sından, Ata'lı'sından. Anti-ak-baba/Anti-ata-baba değil, anti-baba diyerek!
Şehrin aklı, kalbi, emeği, dili, dini, bedeni, kimliği, mülkleri, hayalleri, arzuları, eylemleri, ezilenleri, ipotek edilmeye çalışılanları olarak itiraz etme, isyan çıtasını yükseltme, çoğulcu ve kuşatıcı ve kucaklayıcı sahici söylemleri kurma, güçlendirme, kamusal alanlarımıza sahip çıkma ve arzuladığımız, hayalini kurduğumuz kamusal alanları kurma.. Hem söz hem yetki sahibi olma.. Alacaklarımızı, tahsil etme vaktidir!
İşte bütün bunlar için iki kutup arasına sıkıştırılmaya itiraz etmek, üçüncü yolda ısrarcı olmak, ısrarcı olanlarla buluşmak, söze ve eyleme güç katmak, olmayanı birlikte kurmak gerekir.
Hiçbir ayrım gözetmeden halkların, kadınların, lgbti'lerin, her tür inancın, emeğin.. Eşit yurttaşlık talepleriyle, demokratik bir zeminde buluştuğu çoğulcu yapılar bölmez; tek'lerde değil, çok'larda birlikte, yan yana varolmaya, yürümeye, eylemeye... imkân yaratır.
Zira: "İster Hacivat'ın, ister Karagöz'ün olsun, ölü bir altyapıya dayandığı için, birbirinin tersi olmaktan öte, bir anlamı, karşıtların çatışması olmayan bu düşünceler, topraklarda, halkın arasında, bir halife, bir oğul bırakmayacaktır, bırakmıyor. Halk kendi sürecini kendi yaratmak üzere ırmak ağızlarında toplanmaya başlamıştır, deltalarda yatıyor çoluk çocuk. Şairler de şiirlerin denizlere döküldükleri bu yerlerde, ayakta. Irmaklar tersine akıtıldığı sabah, ayaklar baş olacak, başlar ayak, hangi kaynaklara gidileceğini biliyor halk." (MK/HK)
* Alıntılar, (*) olan hariç Ece Ayhan'a aittir. (*) olan Turgut Uyar'ındır.