Mitingler için, ordunun "A planı" dediniz. Tandoğan'dan Gündoğdu'ya gelirken, biraz kontrollerinden çıkar gibi bir hale geldi galiba. Tandoğan'daki kesif militarist hava, Çağlayan-Gündoğdu hattında biraz dağıldı, daha sivil bir görüntü kazanır gibi oldu.
Mitinglerin kesilmek istenmesinin kısmen bununla ilgili olduğunu düşünüyorum. 19 Mayıs mitingi için çok daha geniş bir program açıklanmıştı. Talep de giderek artıyordu. Fakat mitingler yaygınlaştıkça, kitleselleştikçe kaçınılmaz olan oluyor: Kitle, içine girdiği kabın şeklini ne kadar alsa da, o kabı etkiliyor. Ayrıca, tamamen mekanik bir ilişkiden söz etmiyoruz, yani hareket ediyor insanlar, özgürleşiyorlar ve ihtiyaçlarından hareketle sözlerini söylüyorlar. Kürsü onlara belli bir şeyi söyletmeye ne kadar çabalasa da, nihayet orası homojen değil. Kalabalıklaştıkça, aşağıya doğru yayıldıkça, daha az kontrol edilebilir ve daha çoğulcu taleplerle yürüyen bir hareket haline geliyor. Onun için de kesmek istiyorlar. kincisi, seçim dönemi var. Cumhurbaşkanlığı meselesi seçimler sırasında veya sonrasında yeniden gündeme gelecek. O yüzden bütün yakıtı, enerjiyi bir seferde yakmak istemiyorlar. kinci bir Tandoğan, Çağlayan mitingi yapmak, birincisini yapmak kadar kolay değil. Başka yerlerde yapmak da kolay değil. Dolayısıyla, enerjiyi kontrollü kullanmaya dair bir sakınım prensibi gereğince de ara veriliyor olabilir.
Çağlayan mitinginde kürsüye çıkan üç kadın sözcü arasındaki fark dikkat çekiciydi. Necla Arat ve Nur Serter orduya ve muhtıraya coşkun bir destek verirken, Türkân Saylan -ki mitingi düzenleyen örgütün başkanı olarak kürsüye çıktı- ordunun müdahalesine, bin dereden su getirerek de olsa, itiraz etti. Meydanda da "ne şeriat, ne darbe" sloganları atıldı; Çağlayan'da cılız kalan bu ses Gündoğdu'da biraz yükselir gibi oldu. Ayrıca, laikliğin ötesine taşan talepler de dile getirildi.
Doğru. Fakat gene de şunu değiştirmiyor: Tüm bunların arkasındaki irade, mekanizma aynı. Genel başkanı emekli darbeci Jandarma Genel Komutanı olan Atatürkçü Düşünce Derneği'nden işaret veriliyor ve bu işaret alınıyor. Öyle anlaşılıyor ki, medya işin başında tam olarak ayarlanmış değildi. Onlar bu plana birinci adımda dahil edilmemişlerdi. Tandoğan mitinginin tonuna, oradaki bileşime bakın, ondan sonra İstanbul'a, İzmir'e bakın. Her seferinde, hem medya desteği arttı, hem de militarist bir tondan medyanın desteklemesini mümkün kılacak daha yumuşak bir söyleme geçildi. Ama bence mitingleri düzenleyenler açısından şu öncelik değişmiyor: "Türkiye laiktir, laik kalacak." Bence de laik kalsın, laikse; ama yeterince laik değil. Bunları daha önce konuştuk, bu sabit. Mitingleri yönlendirenlerin temel hedefleri ortada. Bir: İslamcı hareketin ya da siyasi İslam'ın devlete nüfuzu meselesi tamamen saf dışı edilecek. İki: Herkes bayrağın etrafında toplanacak, yani milli birlik, beraberlik. Sınıf farkları silinecek. Bu ikisi elde durduktan sonra geri kalanı yönetilebilir görünüyor. Zaten bu sınırlara da riayet edildi bugüne kadar.
Mitinglerde bir yandan da sol motifler kullanılıyor. Bizim şarkılarımız, bizim türkülerimiz, şiirlerimiz, hatta yer yer bizim sloganlarımız. Ama o bağlam içinde hepsi başka bir hale geliyor. Daha kötüsü, o kalabalıkların bir bölümünde yapılanın sol muhalefet olduğu ilüzyonunu yaratıyor.
Bu son derece sıkıntı verici bir hal. Bu mitingleri popüler kılan her şey -şiirler, şarkılar, sloganlar, duyarlılıklar vs.- sol kültürden devralınıyor. Ama hangi soldan? Sosyalist sol kültürden. Sosyal demokrat bir sol kültür yok zaten Türkiye'de. Sosyalist kültür ve sanat, popülerleştikçe belki yüzeyselleşti, keskinliğini yitirdi, herkes için kabul edilebilir, alınır satılır hale gelebilmesi için bir dizi işlemden geçirildi, ama, nihayetinde Sabahattin Ali'nin, Nâzım'ın şiiri, Ruhi Su'nun türküleri, Dev-Genç'in şarkıları, devrimci hareketin sloganları, söylemi... Bunlar şimdi bu mitinglerin ruh halini örüyor. Bu önemli bir şey. Böylece kendilerini büyük mücadele geleneğinin içinde kabul ediyor o insanların bir kısmı. Zizek'in bir makalesini hatırlıyorum, eski Yugoslavya devlet başkanı Miloseviç hapiste öldükten sonra yazmıştı. Sırp yorumcu Aleksandar Tijanic'in şu sözlerini aktarıyordu, mealen şöyleydi: "Miloseviç ülkeyi yönetirken, televizyon kanallarında herkes canının istediği kadar Blair'e, Clinton'a ya da herhangi bir 'saygıdeğer' kişiye sövüp sayabilirdi. Silah taşımak serbest bırakılmıştı, herkese derdini silahla çözme hakkı tanımıştı. Miloseviç Sırplar için her günü sonsuz bir bayram kılmış ve hepimizin kendimizi tatile çıkan lise öğrencileri gibi hissetmemizi sağlamıştı; bu, bizim için, ne yaparsak yapalım bir müeyyideyle karşılaşmayacağımız anlamına geliyordu." Sonra da şu yorumu ekliyordu: "Bu, 'kendimizi bir etnik toplulukla özdeşleştirirsek, bugünün modern ve küreselleşmiş dünyası karşısında geçmişin değer, ahlâk ve inançlarına bağlanırız' yolundaki klişenin ne kadar boş olduğunu da gösteriyor. Kökten milliyetçilikte 'her şeyi yapabilirsin' inancı içkindir. Barış içinde birlikte yaşama kurallarını istediğin gibi ihlâl edebilirsin, ne istersen yiyip içebilirsin, siyasal doğruluk ilkelerinin kıskacından kurtulur, ataerkil, erkek egemen hallere dönebilirsin, nefret edebilir, dövüşebilir, şiddet uygulayabilirsin."
Bu mitinglerin de öyle bir havası var. Bu kitlenin içine karıştığında, herkesi düşman ilan edebilirsin, herkese karşı haykırabilirsin ve bu herkesin kim olduğu da aslında daha önceden belirlenmiş durumda. Mesela bugün AB'ye pek çok sebeple hakaret edebilirsin: Sosyalist olduğun için, devrimci olduğun için, faşist olduğun için, general olduğun için. Dolayısıyla, bu muazzam bir birleştirici mekanizma ve bütün itiraz düzeylerini birbirine karıyor. ABD'ye İslâmcı olduğun için, paşa olduğun için, Kerkük'ü istilâ etmek istediğin ve engellendiğin için hakaret edebilirsin, Türkiye'yi Irak savaşına sokmak istediği için, Ermeni meselesini gündeme getirdiği için hakaret edebilirsin. Burada da inanılmaz bir heterojenlik var. Büyük dünya güçlerine karşı söylem ve dil esas olarak sosyalist kültür içinden geliştirildiği için, çok büyük bir hızla bütün bunlar devralındı ve hiçbir muhafazakârlık olmadan kullanılıyor. Bunun kısmî bir yanılsama yarattığını düşünüyorum. şöyle bakalım: Biz AKP'nin iktidarda kalmasını niye isteyelim ki? İstemiyoruz zaten. Fakat bizim istediğimiz şey, AKP yerine militer bir kontrolün kurulması ya da şimdi varolan militer kontrolün sağlamlaştırılması da değil. Bu mitinglerle beraber militer kontrol kendisine çok sağlam sivil dayanaklar buluyor. Bu mitinglerin problem doğuran yanı bu. kincisi, hiçbir bağımsız kitle hareketinin kendi kendine yaratamayacağı bir güven havası içinde sürüyorlar; arkamızı devletimize dayamışız yani. Geçende bir arkadaşım soruyordu: "Mitinglere katılanları fişliyorlar mıdır?" Mitinge katılanları fişleyecek olan mitingin başında zaten. Jandarma komutanının başında olduğu bir miting, sırtını en sağlam duvara dayama güveni yaratır. "Hiç sokağa çıkmayanlar çıktı" deniyor ya, biraz da bundan çıkıyor hiç sokağa çıkmayanlar. Çünkü bunda özgürleştirici bir yan var. Tıpkı bir futbol maçından çıkıp "kahrolsun PKK" diye Taksim'in ortasını işgal etmek kadar özgürleştirici. O insanlar kendilerini hiçbir zaman o an hissettikleri kadar özgür hissetmemişlerdir herhalde. Bunlar da öyle, çünkü eylemde bulunuyorlar. Kendilerine muazzam bir içbükey ayna tutuluyor. 300 bin kişi kendisini üç milyon görme fırsatı buluyor. İşçi hareketi, sosyal mücadele ve sosyalist mücadele açısından bunun en önemli zaafı, Türkiye'de çatışan çıkarları ifade etmekten ziyade, çatışmanın bir kutbunu Türkiye sınırları dışına atmakta olması. Yani bizim karşı olduğumuz her şey yabancı, çatışmakta olduğumuz her şey yabancı. Hiçbir iç dinamiği yok bu çatışmanın. Bazı yabancı kuvvetlerle "biz" karşı karşıyayız. O "biz", "satılmış" olanlar dışında herkes. Bu tamamen gerçekdışı tabloyla kurgulanan mobilizasyon, kaçınılmaz bir biçimde sınıflararası ayrımları ortadan kaldırarak, vatandaşları devlete bağlı kılmaya çalışan geleneksel milliyetçiliğin kendi tabanını son derece kuvvetlendirmesini, pekiştirmesini mümkün kılıyor. Tabii ki hepsinden önemlisi, aslında gerçek mücadele hiçbir zaman iç sınırlarda ve içeriyle dışarı arasında cereyan eden bir mücadele olmadığı halde, bu yaklaşım böylece uluslararası sermayeye karşı içeride bir işçi hareketinin kendi çıkarını yerli burjuvaziden ayrıştırmasının da önünü kapatıyor. En önemli mesele bu. İşçi sendikaları bunu doğru okudular. Tandoğan'daki tavırlarını o açıdan çok anlamlı, esaslı buluyorum. DİSK, hatta Türk-İş ve HAK-İş de, Mühendis ve Mimar Odaları Birliği de, Türk Tabipleri Birliği de, Eczacılar Odası da, KESK de bu mitinglere gitmeyeceklerini ve üyelerinin de gitmemesi gerektiğini söylediklerinde bunu okumuşlardı. Bence çok doğru bir okumaydı. Fakat daha sonra mitinglerin dil ve söylem değiştirmesi, bu büyük direnci de kırmakla ilgiliydi. Kısmen de bunun başarıldığını söyleyebiliriz.
Nitekim Çağlayan ve Gündoğdu'ya o örgütlerin birçoğu katıldı.
İşte kitle hareketinin bizzat kitle hareketi olmaktan ileri gelen böyle mucizevî yanları var. Tandoğan'daki hareketle Çağlayan'daki aynı harekettir. Fakat öyle esneme kabiliyeti var ki, şöyle bir esneyerek, dilini, söylemini biraz değiştirerek işçi hareketinden gelen bu blokajı kırdı ve onların tabanını içine kattı. Bunun iki taraflı bir sonucu var: Politik düzeyde bir kaybı işaret ediyor, çünkü artık o günden beri ne sendikaların ne odaların sesi öyle kuvvetli çıkıyor. O kararlılık ve o ciddiyetle itirazlarını dile getirmiyorlar. Hatta DSK bunlar içerisinde Çağlayan söylemine en çabuk iştirak eden oldu. Öbür taraftan, onlar işin içine karıştıkça kürsüden çıkan sesler de değişmeye başlıyor. Bakıyorum hatiplere, bütün söylemini devletin çıkarları üzerinden kuran, işçi hareketine ve sosyal muhalefete "emperyalizmin işbirlikçisi" diye saldıran ve hiçbir aşağıdan talebi dile getirmeyen Birgül Ayman Güler, zmir'de "toplumsal eşitlik istiyoruz" diye bağırıyordu.
Gündoğdu'daki kürsüde kapitalizm eleştirisi bile yapıldı. Kapitalizmin krizleri dendi, neo-liberalizm dendi...
Bunları kim duydu? Cımbızla analiz etmeye, mikroskobun altına koyup bakmaya çalışanlar duydu. Bunun kitlesel tercümesi sonuçta şu: Bir, mitinglere katılanlar esas olarak laiklik istiyorlar. ki, iki sosyal demokrat partinin birleşmesini istiyorlar: Bunlar "solcu"durlar ve Türkiye'yi laik tutacaklar. Burada yepyeni bir durumla karşı karşıyayız. Tandoğan'daki hal daha özüne uygundu. (gülüyor) şimdi, dolayısıyla, bu mitinglere katılanlar solcu, katılmayanlar değil. Öyle bir ayrım çıktı ortaya. Kitlesel ölçekte sol kavramı bir kere daha esaslı bir deformasyona uğruyor.
1 Mayıs, bu açıdan çok önemli bir imkân değil miydi?
Çok önemli bir imkândı. Bunun değerlendirilememesini Türkiye sosyalist hareketinin, yani hakiki solun, hakiki sosyalizmin, hakiki devrimciliğin de bütün bu süreçleri okuma ve bununla ilgili refleks geliştirmede giderek güdükleşmesine, kendi enerjisini ve aklını biraz bu sözünü ettiğimiz cereyana kaptırmasına bağlıyorum. Bir tarafta İslâmcılar, bir tarafta laikler diye kurulan denklemi bozacak tek şey aslında "bir başka cephe var ikinize karşı, o da emek kutbudur" demekti. 1 Mayıs kendini bunun üzerine bina edebilirdi. Olduğu kadarıyla bu oldu. 1 Mayıs, yine de bir momentum yarattı. Fakat dikkat ederseniz, AKP ve CHP böyle bir üçüncü kutbun oluşmaması konusunda tamamen hemfikir davrandılar. Biri görmezden geldi, öteki hem bir yandan dayak attı, hem de başbakan "vatandaşların 1 Mayıs emekçi bayramını" kutladı. 1 Mayıs çok önemli bir imkân olabilirdi, Kadıköy'de heba edilen enerji bütünüyle Taksim'e yığılarak tablo tamamen başkalaştırılabilirdi. Kadıköy'de aşağı yukarı 10 bin insan hiç kimsenin görmediği bir miting yaptı. Bu olmamış oldu. Taksim odağa yerleşince bunun böyle olacağı apaçıktı.
Ama Taksim'in odağa yerleştirilmesi, 1977 1 Mayıs'ını anma üzerinden yapıldı. Laik/İslâmcı kutuplaşmasının dışında bir alternatif, sözünü ettiğiniz "üçüncü cephe" doğrultusunda bir eylem olarak tasarlansaydı...
Böyle düşünenlerin gücü çok sınırlı. Sendikalar üzerinde hemen hemen hiçbir nüfuzu yok. DİSK yöneticilerinin bu açıdan çok daha yaratıcı olabileceklerini, bunu kafaya koyduktan sonra yapabileceklerini düşünüyordum. Diyecek başka bir şey bulamıyorum, çünkü sendikal mekanizma onlarda. Sendikal mekanizmayla da sosyalist mücadele arasında kocaman bir uçurum var. Buradan geçilip bir ortak çalışma yapılamıyor. 1 Mayıs'tan şöyle bir sonucu çıkarıyorum. Bu rotaya girildi. Gelecek yıl "bu sene de Taksim'de değil de, Sultanahmet'te" diyemez kimse. 2008'de Taksim'de olacağız. ?imdiden program ortada. Bugünden başlayarak bunun hazırlığının yapılması gerekiyor. Bir tek şansımız vardı. O da, İstanbul valisi ve emniyet müdürü o kadar delice hareket ettiler ki, sonuçta medya trafikte sıkıştığı için köpürdü. Biz Taksim'e iyi hazırlandığımız için değil, devlet bütün İstanbul'u Taksim haline getirdiği için herkes Taksim eylemine dahil olmuş oldu. Söylediğim çerçevede ve akılla hareket edilmiş olsaydı, her bir adımı ölçülmüş, nerede duracağını, nerede geri çekileceğini bilen bir kitle hareketiyle bunu yapmamamızın önünde hiçbir sebep olmadığını düşünüyorum. Solun kompartımanlı yaşantısının, birbirine değmeyen mücadelelerinin, işçi hareketiyle devrimci hareket arasındaki kopukluğun kaçınılmaz sonucuydu 1 Mayıs'taki tablo.
Şimdi önümüzde çok önemli bir imkân duruyor. Yapılan hesaplamalara göre, büyük şehirlerdeki bazı seçim bölgelerinde bağımsız sol adayların seçilme ihtimali var. DTP'nin bu kez bağımsız adaylar vasıtasıyla barajı aşıp Meclis'te grup kurması söz konusu. Bu iki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürt politik hareketi, kendisinden 15 yıldır beklenen şeyi yaptı. DEP parlamentodan kovulduktan sonra her seçimde yapabileceği şeyi bu seçimde yapmaya karar verdi. Bu, hepimizin önüne kocaman bir soruyu getirip koyuyor: Peki neden bu seçimde? Aslında her seçimde Kürtler ve onların listelerine alıp taşıyacakları sosyalistler Meclis'te olabilecekken, değillerdi. Bu taktik 2002 seçimlerinde uygulanmış olsaydı, ne AKP bugün olduğu yere gelebilirdi, ne de Kürtlerin sosyal mücadelesi bugün olduğu yerde olurdu. Bu tablonun ortaya koyduğu en önemli şeylerden biri bu, ama şimdi bunu bir kenara bırakalım. DTP'nin bağımsız adaylarla seçime girmesi, bugüne kadar seçim taktiğini DTP'nin taktiğine bağlayan devrimci, sosyalist partiler açısından ayrı hareket etme imkânı yarattı. Ayrıdan kastım şu: Bir DTP listesi yok. Herkes kendi adayını gösterecek, bunun için destek arayacak. Dolayısıyla, Kürtler dediler ki, "biz bölgedeyiz, diğer yerlerde sizi görelim". Bu çok esaslı bir fırsat. Tabii bu, Meclis kapısının kısmen açılmış ve görünmüş olmasından ibaret değil. Daha önemlisi şu: İnandırıcı bir seçim kampanyası üzerinden kitlelerle temas kurmak imkânı var. Nedir solun kaderi? Ya bir PKK programına sıkıştığının söylenmesi veya parlamentoya asla giremeyeceğine göre kendisine kulak kabartılmaması. Oysa şimdi, aritmetiğin gösterdiği şey, büyük merkezlerde, her seçim bölgesinde bağımsız bir sosyalist adayın kuvvetli bir çalışmayla ve güç birliğiyle parlamentoya sokulabileceği. Seçim düzleminde mücadele imkânını artıran bir ihtimal bu. "Parlamentoda birkaç kişi olacak ya da olmayacak, ne önemi var" denebilir. şu önemi var: Birincisi, kompozisyonu etkilemek mümkün. Başarılı olunduğunu düşünelim. Düzen partileri arasında 550 sandalye değil, 500 sandalye paylaşılacak. Bu, bir kere, tek başına hükümet olanağını her parti için çok zorlaştıran bir ihtimal. kincisi, oradaki 50 iskemle, pek çok olayda o kararın yerine bu kararın alınmasını mümkün kılabilir. Onun ötesinde, şikâyetçi olduğumuz şeyi her günkü söyleme taşıyabileceğimiz bir kürsüye sahip olmamız demek. Milliyetçiliğin kabarmasından mı, insan haklarına saygısızlıktan mı, Türkiye'nin bağımlılığından mı, iç ve dış politikada Amerikan ekseninden çıkamamaktan mı, neo-liberalizmden mi, küreselleşmenin yarattığı dışlamadan mı, neden şikâyetçiysek, bunun için şimdi yüksek bir kürsü olması ihtimali var. Bu kürsüye giden yolda yerel kürsülerin kullanılması ihtimali ve bütün bunların yerel seçimlere dönecek olan olumlu etkisi söz konusu. Bunların hepsi bir arada düşünüldüğünde, solun dilinin CHP'yle kilitlenmesi ihtimaline de karşı çıkabileceğimiz nokta burası. Kürtlerin sözünün meşru bir söz olarak konuşulacağı yer burası. Kürtlerin ve solun aynı ve farklı seslerine duyulurluk sağlayabilecek yer olması açısından önemli.
11 Mayıs'ta yapılan "Solda Bağımsız Ortak Aday" forumuna ilişkin izlenimleriniz nasıl?
Bu olanağın kıymetinin ve ciddiyetinin henüz yeterince farkına varılmadığını düşünüyorum. Gerçi bir adım atılması çok önemli, böyle bir söz çıktı ağızdan, insanlar bunu işitti ve harekete geçti. Fakat kurgunun çok sınırlı bir yerden yapıldığını gördüm. Nispeten demokratik taleplerle sınırlı kaldığını, emek ve yaşam taleplerinin dile getirilmesinin çok fazla düşünülmediğini gözledim. kincisi, bir araya getirilmesi gereken bazı güçlerin, mesela sosyalist politik partilerin ihmal edildiğine tanık oldum. Çok kısa bir zamanda, önümüzdeki iki ay içinde yapılacak bir iş için ne kadar harekete geçirilebilecek ve dayanışma sağlanabilecek güç varsa, o kadarıyla temas etmek gerekirken, politik partilerin pek hesaba katılmadığını, bir tür "sivil toplumcu" mantığın egemen olduğunu görüyorum. Sonuçta, "sivil toplum" dediğin yere, örneğin KESK'e, Tabipler Odası'na gittiğin zaman, orada bütün politik partilerle gönül birliği içinde olan ya da o partileri ayakta tutan güçleri göreceksin. Onlar politika dışı unsurlar değil ki. Sosyalistlerin politik ittifakının elzem olduğunu düşünüyorum özetle.
Sosyalistlerin politik ittifakı olması gerektiğini söylediniz. Seçim sonrası için de geçerli mi bu?
Seçim öncesinde nasıl yaşıyorsan, seçimde de kısmen öyle yaşıyorsun; bu, seçim sonrasına da intikal ediyor. Bir taktik öneriyorsan ve taktik başarı kazandırıyorsa, o taktiğin devamına güvenin daha çok artıyor. Burada başlayan işbirliklerinin seçimler sonrasında devam edebilmesi, seçim taktiğinin başarılı olmasıyla mümkün. Başarıdan kastım, sadece parlamentoya milletvekili sokmak değil. Mücadele alanının genişletilmesi, anlamlı işler yaptığımıza kani olmamız, etkimizin arttığını görmemiz, hâkim söyleme alternatif yarattığımıza dair bir göstergeye sahip olmamız... Bütün bunlar, işbirliğini sürdürme açısından imkân kazandırır. kincisi, Kürtlerin ve diğer ezilenlerin talepleriyle aidiyet kurulması zorunluluğu da var bu taktikte. Büyük kentlerde sosyalistler aday göstermezlerse, DTP zaten gösterecek. DTP'nin Kürtlerin sorunlarını parlamentoya taşıyacağına güvendiği sosyalistler varsa, aday göstermeyecek büyük olasılıkla. Bu koşullarda bağımsız adaylar göstermenin kazandıracağı bir imkân da, doğrudan doğruya Kürt hareketine angaje olmaksızın, ama onların desteğini de kazanarak ilerleme imkânı yaratması. Yani giderek her iki hareketin de biraz daha özerkleşmesi, ama birbirini gerçek müttefikler olarak hesaba katması söz konusu. Bütün bunlarla bakınca, ortak bağımsız ve sosyalist adaylar gösterme fikri bana çok anlamlı geliyor. 11 Mayıs'taki toplantıda "sosyalizm lafından vazgeçmemiz gerektiği" söylendi. Tam tersine, bunu çok kuvvetle söylememiz gerektiğini düşünüyorum, çünkü fark yaratacak olan en önemli şey budur. Türkiye devrimci hareketinin bütün akımları, sosyalist olarak adlandırılmaktan rahatsızlık duymazlar. Dolayısıyla, kim tarafından taşınırsa taşınsın, bu sıfat benim için iyi. "Çok renklilik" adına, bunu amorf, renksiz bir hale getirmek, bugünkü kutupsallaşmaya üçüncü seçenek ancak sosyalistler olabilecekken bunu adlandırmadan kalmak, bağımsızlık ya da ortaklık adıyla ve sadece milletvekilliği hevesiyle bundan vazgeçmek, istenen sonucu yaratmaz, bizim için başarı imkânı doğurmaz. ?u an gözlediğim, bu fikrin kuvvet kazandığı. ÖDP'nin seçimlere kendi listesiyle gitmek, ama mümkün olan her yerde bağımsız adayları desteklemek diye bir karar aldığını biliyorum. SDP, benzer bir karar aldı. SEH hiçbir rezerv olmadan ortak bağımsız adaylar için sosyalist ittifak oluşturmak üzere karar aldı. Diğer bütün sosyalist hareketler de bu yönde karar almaya başladılar. Bu, solu saran bir heyecan halini alabilir. Bu noktaya gelecektir diye ümit ediyorum.
Nihayet umut beslenebilecek bir zemin var yani.
Var. Ordu müdahalesinin sivil mekanizmalarla sürdürüldüğü bu bayraklı mitinglerin insanlarda yarattığı çaresizlik duygusuna bir alternatif yaratmak için hâlâ bir imkân olduğunu varolan yapı içerisinde göstermemiz lâzım. Muhtıra diyor ki, "ne mutlu Türküm diyene demezsen düşmansın". Mitinglere bakarsan diyorlar ki, CHP'li değilsen seni soldan da saymıyoruz. Ee? Kürde hayat yok, sosyaliste hayat yok. Herkes Türk! Kürt Türkün içinde, sosyalist CHP'nin içinde eriyecek. Buna mecbur olmadığımızı kanıtlayabilmemiz için bir imkân var. Bunu kullandığımız zaman, bunun karşılığının olduğunu göreceğiz, çünkü Hrant Dink öldürüldüğünde ayağa kalkan insanlar bu iki kamptan da değildi. Bu, bize üçüncü bir seçeneğin arandığını ve bu ihtiyacın karşılanmasının en önemli politik meselelerden biri olduğunu gösterdi. O nedenledir ki, Tandoğan'da kürsüye çıkan herkes Hrant Dink'e, cenazesine, o cenazede bir araya gelenlere hakaret etti. Bu, bu imkânın kullanılmasının niçin önemli olduğunu gösteriyor. Entelektüel hegemonya hâlâ bu tarafta. Bu hegemonya kırılamadı, kırılamaz da. O yüzden, kürsüden anlaşılabilir söz söylemek isteyen senin lûgatine müracaat ediyor. O insanları bir ortak ruh haline sokmak isteyen, senin kültürüne ve senin ikonlarına müracaat ediyor. O zaman, ikonlarını, kültürünü, sokağını geri alacaksın. Bunun için de önüne çıkan her fırsata buradan bakacaksın.(YG/EÜ)