Ve önümüzde duran ezeli soru: Ne yapmalı? Ertuğrul Kürkçü'ye kulak veriyoruz...
Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı adayı olması üzerine bianet'te yazdığınız yazıda, sermayenin bütün kesimlerinin bu tercihe alkış tuttuğunu söyledikten sonra AKP'nin açmazını vurguluyordunuz. Birbirine bağlı üç soruyla başlayalım: Abdullah Gül'ün cumburbaşkanı adayı olması, "ordunun bir dediğini iki etmesi" anlamına gelmiyor muydu? AKP niye böyle bir riske girdi? Ordunun 27 Nisan'daki müdahalesi de kendi hedefleri açısından problemli değil mi?
Abdullah Gül'ün adaylığı, AKP açısından bulunabilecek en iyi formüldü ve belki de kabul edilebilirdi. Fakat anladığıma göre, Silahlı Kuvvetler çok önceden saptamış olduğu pozisyonda bir değişiklik yapmayacağını gösterdi. Birinci aşama, Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığından vazgeçirilmesiydi. Erdoğan da bunu okudu ve buna bağlı olarak adım attı. Elinde birden fazla imkân vardı, fakat AKP'yi birlik içerisinde tutabilecek tek formülün bu olduğu anlaşılıyor.
Erdoğan, Bülent Arınç faktörünü geçmişte iki kere sınadı ve ikisinde de kaybetti. Biri Meclis başkanlığı, ikincisi Irak'a asker gönderme meselesiydi. Her ikisinde de Erdoğan'ın tercihleri AKP grubunda beklenen desteği bulamadı. Benim gözlemim, AKP, sermaye ve ordunun beklentilerine karşılık vermek açısından Erdoğan'ın bulabileceği en iyi çözümün -ya da optimal çözümün- Abdullah Gül olduğu yolundaydı, ama bunun ordu için en iyi çözüm olmadığı ortaya çıktı. Eğer ordu itiraz etmeseydi, bu formüle sermayenin bir itirazı olmayacaktı. Silahlı Kuvvetler'in bu itirazı konjonktürel değil.
Kaç zamandır gözlediğimiz bir eğilimin giderek güç kazandığını gösteriyor bu. Türkiye'nin uluslararası ilişkilerinde bir farklılaşma olasılığını öngördüklerini tahmin ediyorum. AB ve ABD'yle bugüne kadarki yakın ilişki düzeninden, Türkiye'nin NATO ittifakı içinde de nispeten özerk bir konuma geçebileceğine dair bir varsayımı okuyorum. Kastettiğim şu: Bu anti-demokratik müdahalenin sadece askerler anti-demokratik oldukları için yapılmış olduğunu düşünmüyorum. Özellikle askerlerde ifadesini bulan statüko yanlıları, AB reformlarına "kaz gelmeyecek yere tavuk ikram edildi" diye bakıyor uzun zamandır.
Türkiye'nin AB'ye kabul edilmeyeceği varsayımından hareketle, ordu çok uzun vadede bile gerçekleşme olasılığı düşük bir ihtimal için kendi konumundan çok fazla fedakârlık ettiği düşüncesindeydi. Kendi konumundan fedakârlık ettikçe, AKP'nin yerini güçlendirdiğini görüyordu. kincisi, ordu Ortadoğu'daki rolleri açısından ABD ile de birebir mutabık değil. Özellikle İran karşısındaki ve Kuzey Irak'taki pozisyon açısından ordunun ABD'den nispeten farklılaşan çıkarları var. AKP'nin devletin başına da geçmesi halinde, AKP'nin ordununkilerle örtüşmeyen ve ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'ni benimsemeye yönelik tercihlerinin egemen olacağı kaygısının belirdiğini söyleyebiliriz. En önemli iki faktörün bu olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla İslâmcı, AKP'li bir cumhurbaşkanı, ordu için, halk için ifade ettiğinden daha farklı bir anlam ifade ediyor. Bunun belirtileri sadece son aylarda gelmedi.
Geçen yılın 30 Ağustos'unda Silahlı Kuvvetler'deki tayin ve terfilerden beri beklenen bir sonuçtu bu. Fakat aradaki dönemin, özellikle Yaşar Büyükanıt fazla sivri çıkışlar yapmaksızın geçirilmiş olması dolayısıyla, çıkarların karşılıklı dengelendiği gibi bir izlenim doğdu. Belki Genelkurmay Başkanlığı düzeyinde böyle olmuş olabilir ama, ordunun tamamının iradesinin bu yönde olmadığını ve itirazın çıtasını daha yüksekten geçirdiğini gözleyebiliriz. Silahlı Kuvvetler, cumhurbaşkanının bir İslâmcı olmayacağına dair kesin bir veto ortaya koydu ve bu da herkes tarafından anlaşıldı. Sürecin bunun gereğince şekillendirilmeye başladığını göreceğiz.
Bu çatışma sürecinin AKP'nin lehine olduğunu söyleyenler de var, aleyhine olduğunu da. Siz nasıl görüyorsunuz?
AKP, AKP'nin çıkarlarından ibaret idiyse, bu süreci iyi yönettiğini söyleyebiliriz, çünkü kendi seçmeni gözündeki konumunu pekiştirdi. Ayrıca, ilk kez, sözel düzeyde de olsa, bir ordu müdahalesine karşı bir hükümet pozisyonu alındı ve durum böylece "parlamenter-demokratik" düzlemde ilkesel olarak AKP lehine tecelli etti.
Fakat politik pratikte, AKP'nin devletin tepesini deneme yönündeki atılımları boşa çıkartıldı. Burjuvazi nezdindeki pozisyonu da biraz sallantılı hale geldi. Esas olarak bir merkez partisi rolü oynaması beklendiği bir dönemde, dinci damarını muhafaza etmekte olduğuna dair kanaat güçlendi. Önümüzdeki dönemde, AKP'nin hükümet olabileceğini, ama iktidar olma olanağını iki sebeple kolay elde edemeyeceğini düşünebiliriz. Birincisi, Silahlı Kuvvetler'in onayı artık çok tartışmalı hale geldi; buna bağlı olarak uluslararası onay düzeyinde bir miktar düşüş olduğunu söyleyebiliriz. Bunun da ötesinde, istikrardan ziyade gerilimi temsil ettiği duygusu kitleler arasında yaygınlaştıkça, hükümetin geçtiğimiz dönemde kamu kaynakları ve kamu harcamalarıyla sağlamış olabileceğini umduğu popüler onayın neredeyse tamamı bir kenarda kaldı.
Dolayısıyla, bu seçimde AKP'nin sandıktan birinci parti çıkabileceğini, ama eski hâkim konumunu kısmen terk etmiş olabileceğini söyleyebiliriz.
Ordunun böyle bir hamle yapacağını, belki bu şekilde değil de, başka türlü de olsa, sessiz kalmayacağını düşünmemiş olabilirler mi?
Eminim ki sessiz kalmayacağını düşünmüşlerdir. Fakat daha kötüsüne bile razıymışlar ki, çok esnek karşıladılar. Çok fazla paniğe kapılmadıklarını düşünüyorum. Bu, kaçamayacakları bir hamleydi. AKP'nin kendi iç dayanışmasını, tesanütünü koruyarak bulabileceği tek çözüm buydu. Örneğin, Vecdi Gönül'ün aday olması halinde, anlıyorum ki Bülent Arınç da aday olacaktı.
Ya da AKP sermaye, ordu ve laik dünya açısından kabul edilebilir herhangi birini dışarıdan aday gösterseydi, bu da AKP içinde gerilim yaratacaktı. Son zamanlarda eksantrik çıkışlarıyla ortada görünen, CHP'nin iltifatına mazhar Abdüllatif Şener'i aday gösterseydi, AKP içinden gene birden fazla aday çıkacaktı. Ellerindeki menkul kıymet partinin kendisinden başka bir şey olmadığı için onu korumayı tercih ettiler. Bu partiyi hâlâ elde tutmak, bir sonraki dönemde hükümet olmayı da hâlâ mümkün kılabilir. Ama cumhurbaşkanlığı için partiyi gözden çıkarttıkları zaman, belki cumhurbaşkanı onların seçtirdiği biri olabilir, fakat parti seçimlere çok dağınık bir şekilde gidebilirdi. Bunun, AKP'nin kendisinin bir koalisyon olmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Millî Görüş'ten gelenler, faşistler, liberal dinciler, Kürtler... Tarikat bağlantıları da bunları enine boyuna kesiyor. Bu konuda bulabilecekleri dengenin bu olduğu gözüküyor.
Ordunun bu şekilde müdahale etmesi sizin için de bir sürpriz olmadı mı? Müdahalenin şekli ve zamanlaması da ordu içinde bir bölünme olabileceğini de düşündürüyor. Sizce de öyle mi?
Ben ordunun müdahalesinin bu mitingler olacağını düşünüyordum. Aylar önce, yurtdışında gazetecilik yapan arkadaşlarımın "ordunun tavrı ne olacak" sorularına, "ordu sivil giyinip sokağa çıkacak" diye düşündüğümü söylemiştim. O da oluyor zaten. Bu yönde çok fazla psikolojik harekat düzenlendiğini, çok fazla angajman yaratıldığını, lojistik, medyatik, kurumsal, örgütsel binbir hazırlık yapıldığını biliyoruz. Bunların bir kısmı kaç yıl öncesinden basına yansıdı. O nedenle, beklediğim oldu diyebilirim.
Beklediğimden fazlası, "e-muhtıra"ydı. E-muhtıranın dilinden, üslûbundan da anlaşıldığı kadarıyla bir insicamsızlık, bir iç tutarsızlık var. Bu, bize birden fazla çıkarın ve görüşün işin içine karıştığını anlatıyor. Bunun arkasında herhangi bir kişiyi görmememiz, yani bir kişinin sözü olarak işitmememiz, ama bir bildiri olarak sadece sanal ortamda görmemiz ve bir süre sonra sanal ortamdan da kaldırılması, bana olabilecek en geri düzeydeki bir mutabakatı yansıttığını düşündürüyor. Bu belli ki icraata geçildiğinde, ordu içinde de farklılaşmalar yaratabilecek kadar birbirinden ayrı çıkarları yansıtıyor. Örneğin, darbe imasıyla bir okulda başörtülü çocukların gösteri yapıyor olması arasında bir ilişki kurulamıyor; çok asimetrik.
Bence başkaca çok önemli bir ayrıntı, hatta çok önemli bir öz var. E-muhtıra hakkında hiçbir askerî yetkili açıklama yapmadı. Bununla ilgili hiçbir yorum işitmedik. Su sızmıyor yani. Böyle olur mu? Ordunun içinden binbir tane söylenti her zaman duyduk. Bu sanki başa gelmiş bir kaza gibi görünüyor Silahlı Kuvvetler'in bütünü açısından. Fakat "yanlışlıkla oldu" anlamında söylemiyorum bunu. Ordunun bu açıdan parçalı olduğunu düşünüyorum. Sık sık duyduğumuz şeyler, genç subaylar, Şener Eruygur'un darbe girişimi, Özden Örnek'in Nokta'da açıklanan günlüklerinde ifade edilen girişimler... Bunların sorumlusu olan komutanlar görev başında değiller, ama onların etrafındaki herkes hâlâ vazifesinin başında duruyor.
Dolayısıyla, bunların hareketlenerek Genelkurmay'a "gemileri yaktırttığını" düşünüyorum. Ordu bu "e-muhtıra"yla bir darbe opsiyonunun masada durması için bir adım atmak zorunda kaldı, ama bunun kurumsal mekanizmaları aracılığıyla değil, daha enformel mekanizmalardan çıkmış bir tavır olduğunu düşünüyorum. Çünkü şimdiye kadarki MGK bildirilerini, Genelkurmay açıklamalarını aklıma getiriyorum, buna bakıyorum, her bakımdan tutarsız, zamansız, yersiz olduğunu görüyorum. Bir yandan da, çelişkileri hesaba katınca, Silahlı Kuvvetler'in gövdesinin darbe niyetinde olduğunu ve Genelkurmay'ın kılıcı masanın üzerinde bırakan bir tavra angaje olmak zorunda kaldığını görüyorum. Bu şu demek: Eğer bir İslâmcı cumhurbaşkanı olursa, Silahlı Kuvvetler artık müdahale etmeden duramaz. Bu tabii müdahalenin, gerçekleştiğinde yekpare bir sonuç doğurup doğurmayacağı sorusunu ortada bırakıyor. Ama ben asıl planın, "A planı"nın, bu gördüğümüz mitingler olduğunu düşünüyorum.
Anayasa Mahkemesi'nin kararını beklemeden muhtıra hamlesini yapmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Anayasa Mahkemesi'nin kararını bekleyemediler, çünkü eğer kılıç masaya konmasaydı, bu kararı değil, başka bir karar vereceğini düşünüyorlardı. Anayasa Mahkemesi pekâlâ başka türlü de bir karar verebilirdi. Öyle olduğu takdirde de AKP'nin cumhurbaşkanı adayının seçilmesi kaçınılmazdı. O zaman cumhurbaşkanı seçildikten sonra müdahale edecekti bu "müdahale potansiyeli". Hiç değilse böylece müdahale etmemek için bir müdahale yapmış oldu.
Ya da şöyle diyelim, daha keskin bir müdahaleyi önleyen bir müdahale oldu. Anayasa Mahkemesi de işareti aldı. Muhtırayla yapılan uyarıyı Deniz Baykal daha sonra daha açıkça yaptı, "başka türlü bir karar alınırsa, Türkiye'de çatışma doğar" dedi. Baykal'ın açıklaması da Anayasa Mahkemesi'nin başka türlü bir karar alması olasılığının mevcut olduğunu ve bu olasılığın saf dışı edilmesi gerektiğini düşünen ortak zihnin eseriydi. Böylece, Anayasa Mahkemesi'ne istedikleri kararı aldırtmış oldular. Şu an İslâmcı bir cumhurbaşkanı yok, dolayısıyla seçimlerin önü açıldı. Ne sonuç doğarsa, "demokratik" yollardan doğmuş olacak, fakat bu "demokratik" yolların kullanılması bakımından şimdiye kadar hiç görmediğimiz araçlar devrede. Türkiye tarihinde ilk defa gördüğümüz, görebileceğimiz şeylerin tasarlandığını, düzenlendiğini, hazırlandığını, gündeme getirildiğini, bunların provalarının yapıldığını unutmamamız gerektiğini düşünüyorum. Bunları hatırlarsak, sonra şaşırmayız. Benim açımdan ordu müdahalesinin asıl aracı sokak.
2005'teki Çanakkale kutlamaları ilk işaretti galiba...
Esas işaret iki yıl önceki 1 Mayıs'ta, Mersin'de verildi bence. Kutlamaların ardından çocuklara bayrak yırttırma provokasyonunu izleyen Genelkurmay açıklamasını, "sözde vatandaş, özde vatandaş" ayırımını, bunun peşinden Van'dan Mersin'e, Diyarbakır'dan Çanakkale'ye onbinlerce insanın bir anda sokaklara döktürülmesini hatırlayalım. O ayrım, "özde bağlı, sözde bağlı" olarak bugüne geldi. O dönem bütün Türkiye'yi gezen bayrak hareketi, yani Türk milletinin bayrağıyla yeniden tanıştırılması ve rejime yönelik olduğu varsayılan tehditlerin kitlesel millî davranışlarla bertaraf edilmesi yönünde bir irade, bir psikolojik harekât operasyonu ortaya kondu.(YG/EÜ)
* Sürecek
** Yücel Göktürk'ün Ertuğrul Kürkçü'yle yaptığı söyleşi Express dergisinin son sayısında yayınlandı. Söyleşinin ikinci bölümünü haftaya biamag'da bulabilirsiniz.