2007 yılı Haziran ayında çalıştığım sivil toplum örgütü dışarıdan kısa bir süreliğine danışmanlık hizmeti aldı.
Danışman ile görüşmeleri ve çalışmaları benim gerçekleştirmeme karar verilmişti. Dört buluşmamızın birinde danışmanımız beni, nişanlısı olarak takdim ettiği C.K.V. ile tanıştırdı.
Kendisini bir televizyon kanalında haber müdürü olarak tanıtan C.K.V.'yi ilk ve son defa, beş dakika süreyle, bu esnada gördüm.
Danışmanımız, yeni açılacak farklı bir kanalda çalışmak isteyen yetkin bir arkadaşım olup olmadığını sordu. Uzun süredir televizyon sektöründe iş arayan bir arkadaşım olduğunu söyledim. Bana nişanlısının telefon numarasını verdi. Arayıp arkadaşım hakkındaki bilgileri ve arkadaşımın numarasını verdim.
Kısa süre sonra farklı numaralardan taciz edilmeye başladım. Rahatsızlığımı açıkça dile getirdiğim halde tacizler devam etti. Yaklaşık 1 - 1.5 yıl süren yazılı ve sözlü cinsel tacizler, tehdit edilmemle sonuçlandı.
Benim üçüncü sayfaya haber oluşumun yolu da işte böyle açıldı.
Mağduriyetim nedeniyle gittiğim savcılıkta ve karakolda ifade verdiğimde; tacizcinin gönderdiği pornografik kısa mesajlar polis tarafından kayıt altına alındığında bu yolda ilk adımı atmış oldum.
Ardından, 16 ay sonraya verilen dava gününü beklemeye başladım. Mahkeme celbini kaybettim diye iki kez epey endişelendim, üç dört kere de kendimi celbi sakladığım çekmeceyi yoklamak zorunda hissettim.
Bir insan hakları aktivisti olarak, bunların -en hafif deyimiyle- normal olduğunu, uzun süre beklemek zorunda kalacağımı biliyordum. Er ya da geç adalet istediğime karar verirken "hamama girdiğimin" de farkındaydım.
Haber dava dosyasından, fotoğraf "facebook"tan
Üçüncü sayfaya çıkmak hiç kolay değil. Mümkünse olayınız cinayet, ensest, pedofili, zoofili, tecavüz falan olacak ama illa şiddet içerecek. Tabii yayıncının, çerçeveli bir muhafazakarlığın kaldırabileceği ölçülerde yayımlanmış bir "toplumsal vaka", "hayattan kesit" ve/veya "ibret hikayesi" okuduğumuzu savunabileceği ölçülerde.
Yani denge önemli; tahrik edici olmalı ama bir "aile gazetesinde" olabileceği kadar.
Eğer daha önce başka bir habere konu olduysanız, ifadenizde "ünlü" kurumların adı geçiyorsa, işin içinde bir de "medya mensubu" olduğunu söyleyen biri varsa olayınızın sayfada kaplayacağı yerin genişlemesi ihtimali artar.
İfadenizde, tacizci kişinin beyanları üzerinden adı geçen kurumların, davanızla ilişkisi olmaması önemli değildir. Bu kurumların haberde yer alması neredeyse engellenemez.
"Haberinizin" yanında sayfanın üçte birini kaplayan bir fotoğrafınızın yer alması için genç bir kadın olmanız, muhtemelen kolaylaştırıcı bir faktördür. Böylece, bir kesişim kümesinin makul bulacağı bir ürün haline gelirsiniz.
Haberde imzası bulunan muhabire fotoğrafın kaynağını sorduğunuzda, bir sosyal paylaşım sitesinde yer alan fotoğraflarınızın size sorulmadan kullanılabildiğini öğrenmek ise bu sürecin beklenebilir bir parçası olur.
Konuyla ilgili görüştüğünüz gazetecilerden biri ile aranızda şöyle diyaloglar geçer:
-"Peki, neden mağdurun adını gizleyip fotoğrafımın üzerine adımı basıyorsunuz?"
-Muhabir: "Mahkeme biri için suçlu demeden ismini afişe etmemiz doğru olmaz."
- "Çok haklısınız ama o zaman benim adımı neden afişe ediyorsunuz?"
- Muhabir: "Siz de çok haklısınız..."
Sanırım bu mantık silsilesi içinde ben zaten hakkımı kullanmış durumdayım. Davacı olduğum için çalıştığım yerin, yaşımın, ismimin, kucağımda kedi yavrusu objektife sırıtırken çekilmiş bir fotoğrafımın açıkça yazılması gayet normal; bense "hamama girmiş terliyorum.
Üstelik bu haberi, muhabir beni aradığında ifadem dışında söyleyecek bir şey olmadığını belirttiğim, çalıştığım kurumun isminin yazılmamasını özellikle rica ettiğim halde okuyorum. Üstüne üstlük, çalıştığım örgütün adı da yanlış yazılmış. Benim örgütün yöneticisi oluvermem ise galiba, üçüncü sayfa haberinin "normal"i olarak kabul edilmeli.
Davacı olarak afişe edilmekten rahatsızım
Ben hamama girdim, terliyorum, haber ajansları çalışıyor. Bir haber ajansının hakkımda hazırladığı haber ve fotoğraflar, gazetelerin ve internet sitelerinin sevilen kategorilerinden olan "yaşam"da yerini aldı.
Bir gazete habere "Pippa Baca savunucusunun cinsel taciz davası" başlığını uygun gördü; diğeri "Cinsel taciz davasında ilginç delil" başlığını kullandı.
Bu haberlerden rahatsız olduğumu söylemek zorundayım. Davacı olarak afişe edilmekten, mağduriyetimin metalaşmasından rahatsızım.
Yaşadıklarımın bir istisna olmaması ise gerçekten umudumu kırıyor. Yüzlerce insan, üçüncü sayfalarda garip birer hikâyeye, bir felaket tefrikasına dönüşüyor.
Bu olayların duyulması, duyurulması pek çok açıdan kamusal fayda sağlayabilir. Ancak bu yalnızca haberlerde taciz de dahil olmak üzere tacizin her türüne karşı bir dil geliştirmekle mümkün.
Haber metinleri haklar gözetilerek yazılmadıkça, adliye önünde çekilen fotoğraflarla foto galeriler hazırlayıp taciz olayı yerine mağdura odaklanan gazetelerin ve internet sitelerinin editörlerine "şükranlarımızı sunmak" sıradan bir iş halini alır.
Ben başıma gelenleri, insanların filistin askılarında işkenceyle öldürüldükleri televizyon dizilerinde işkencecilerin ağzındaki sigarayı sansürleyen garip bir halin izdüşümü olarak görüyorum.
Gazeteler dava dosyasındaki ifademi nasıl değiştirebiliyor, nasıl oluyor da olayları anlattığımdan farklı yansıtabiliyor, bu bir suç mu, bilemiyorum. Açıkçası bunu bilmem gerektiğini de düşünmüyorum.
Kendimi, tacize uğradığım ve dava açıp hakkımı aradığım için ceza hukuku hakkında bilgi sahibi olmak zorunda hissetmemeliyim. Mahkemede verdiğim ifade dışında söyleyecek bir şey de yok.
Benzer süreçler sonunda kadınların haklarını aradıklarına pişman olduklarını, üstelik suçlu çıktıklarını biliyorum.
Gazetelerin isimlerini anarak bu olayın daha fazla vaktimi çalmasına izin vermek de istemiyorum. Aslında, sessiz kalarak başımı daha fazla derde sokmamış olacağımı biliyorum.
Sadece daha önce de pek çok kez söylenmiş olduğu gibi, "bilmek" ve "yaşamak" arasındaki büyük farkın şaşırtıcı olduğunu söylemek istedim.
İnsanın hakkını ararken başına neler geleceğini gerçekten iyi düşünmesi, devam edebilmesi için güçlü ve hazırlıklı olması gerekiyor... (EG/BB)