Bu ülkenin okuryazar taifesinden biri olarak bir gün başka zevat gibi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a teşekkür borçlu olacağım aklımın köşesinden geçmezdi herhalde.
Beni değilse de kimi mümtaz entelektüelleri ve özellikle sanatçıları sofrasına buyur edip şahane bir mönü ikram ettiği ve onlara modern yazarlarımızdan yaptığı yalan yanlış alıntılarla gönül okşayıcı sözler sarf ettiği için değil kuşkusuz ( zira Tayyip beyin "sağı solu" belli olmaz, işine gelmediğinde sırf bu nedenle " besleme" deyiverir insana ).
Anayasa referandumunda fazladan üç beş oy alabilmek için 12 Eylül mağduru devrimcilerin acılarını bizim yıllardır ulaşamadığımız kitlelere duygu sömürüsü yaparak da olsa aktardığı için de değil ( zira referandumda benim sloganım "yetmez, ama boykot" idi).
Benim borçlu olduğum teşekkür Kürt ve Türk aydınlarıyla kurduğu ilişkiden değil Türkiye'nin entelektüel birikimine yaptığı hatırı sayılır bir dilsel katkıdan kaynaklanıyor. Şöyle arz edeyim efendim.
Rus Biçimcileri
Olay Rusya'da geçiyor. 1914/15 yıllarında birkaç genç üniversite öğrencisinin girişimiyle Moskova Dilbilim Çevresi'nin (MDÇ) kurulması, hemen ardından O. Brik'in girişimiyle gene genç bir araştırmacılar grubunun oluşturduğu "Şiir Dilini İnceleme Derneği" (Rusça kısaltması OPOYAZ) paralel katkılarıyla sanat kuramları tarihinde yeni bir atılıma ön ayak olmuştur.
Kuruluşlarından 1930'lu yıllara dek Sovyetler Birliğinde önemli yayınlar yapmışlar Mayakovski gibi dünyaca ünlü şairleri etkilemişlerdir. Ama ancak 1960'lı yıllarda Jakobson ve Todorov'un gayretleriyle Batı Avrupa'da tanınacaklardır. Bu yılardan itibaren de Sauseure'ün öğrencilerinin oluşturduğu Yapısal Dilbilim Okulu ile verimli bir etkileşime girerek özellikle şiir, giderek edebiyat ve nihayetinde genel olarak sanat kuramları alanındaki tartışmaların merkezine yerleşecektir bu akım.
OPYAZ kendi adıyla değil eleştirmenlerinin küçümseyici olarak taktıkları adla yani Rus Biçimcileri olarak bilinir sanat tarihinde. Esas olarak şiir üzerine yoğunlaştıkları söylenegelmiştir, ama "şiirsel" sözcüğünü Fransızcadaki poetique'in karşılığı olarak kullanmışlardır esas olarak.
Poetique ise eski Yunancadaki poiesis den gelir, hem şiir anlamındadır ama hem de genel olarak yaratı anlamını karşılar. Aşağıda bir kez daha anacağımız en önemli kuramcılarından Viktor Şklovski bu sözcüğü genel olarak sanatın karşılığı olarak kullanmaktan çekinmez.
Gelin görün ki poesis'in yani yaratının neredeyse temel ölçüsü "tuhaf", garip" kavramlarıyla düşünebileceğimiz bir şeydir Rus Biçimcilerine göre. Şiiri, edebiyatı, sanatı otomatikleşmiş algı kalıplarına karşı işleyen bir teknikte temellendirirler.
Genel olarak gündelik yaşamın uzlaşımsal (konvansiyonel), vasati dil ve beğeni kalıpları karşısında sanat tam da bu algı ve beğeni kalıplarını altüst edecek bir teknik kullanmalıdır bu estetik kuramında. Şklovski'den dinleyelim:
"Böylece yaşam bir hiçe dönüşerek yok olup gider. Otomatikleşme, nesneleri, giysileri, mobilyaları, kadını, savaş korkusunu yutar (...)
İşte, yaşam duygusunu vermek, nesneleri hissettirmek, taşın taştan olduğunu duyurmak için, sanat dediğimiz şey vardır. Sanatın amacı, nesne duygusunu, görünen şey olarak vermektir, tanınan bilinen şey olarak değil; sanatın tekniği nesneleri farklılaştırma (yabancılaştırma), biçimi anlaşılmaz kılma, algılamanın güçlüğünü ve süresini artırma tekniğidir.
Sanatta algılama edimi kendi başına bir erektir ve uzatılması gerekir; sanat, nesnenin oluşunu (varlığını) hissetme aracıdır; daha önce "olmuş" olanın sanat için önemi yoktur" ( V. Şklovski, "Teknik Olarak Sanat", Yazın Kuramı, Rus Biçimcilerinin Metinleri -der. T. Todorov- çev. Mehmet Rifat, YKY içinde; s. 72, vurgular aslında).
Başka bir ifadeyle sanatın işlevi nesneleri, düşünce ve duyguları tekrarlana tekrarlana gündelik yaşamda kanıksanmış vasati anlamlarından kurtarmak ve onları sanki ilk kez görülüyor/duyuluyormuşçasına otantik yönleriyle yeniden algının önüne getirmektir.
Bunun gerçekleştirilmesi için otomatikleşmiş algı kalıplarını kırmak üzere ilk anda sanatın nesne edindiği şeyi garipleştirerek, yabancılaştırarak algılatacak bir teknik kurmalıdır sanatçı.
İşte Tayyip Erdoğan'ın katkısı tam da burada: Rusça orijinal metinde "ostranenie" olarak geçen terimi Mehmet Rifat "farklılaştırma (yabancılaştırma) gibi, biri parantez içinde olmak üzere iki sözcükle karşılamış.
Yanlış hatırlamıyorsam Nazan Aksoy "yabancı kılma" terimini kullanmıştı. Ben kendi yazılarımda Brecht'in Epik tiyatrosunun temel tekniğiyle aşikâr benzerliğini anıştırmak için "yabancılaştırma" sözcüğünü tercih etmiştim.
Ama başka dillerde de zorluk çekiliyor zaten: Fransızcada kâh "singularisation" kâh "representation insolide" sözcükleri kullanılırken İngilizce çevirilerde "defamiliarisation", İtalyanca olanlarda ise "straniamento" tercih edilmiş.
Yabancı dil bilmediğinden sayın başbakandan bu konuda katkıda bulunmasını beklemek haksızlık olur. Ama Türkçede Mehmet Rifat ustamıza bile nal toplattığını söylemek abartma olmaz.
Mehmet Aksoy'un Kars'ta bitirmeye çalıştığı İnsanlık Anıtı adlı sanat yapıtından "bir garip, bir acayip şey, bir ucube" olarak söz etmesi düşünsel yaşantımıza eşsiz bir katkı olmuştur.
Evet, "ostranenie"nin en doğru çevirisi "acayipleştirme" olmalıdır. Ucube, "acayip şey" anlamına geldiğine göre her gerçek sanat yapıtı gibi "İnsanlık Anıtı" da tam bir ucubedir şu halde. Tayyip Beyden ayrıldığım nokta şu: İnsanlık Anıtı bir ucubeyse yıkmaya kalkışmak sanat düşmanlığıdır, vandalizmdir.
Allah'sız Yüce'ye ( ya da Tanrı'sız Ulu'ya) tahammül gösterememek.
Yazının buraya kadarki bölümünü, kimi kuramsal anıştırmalara dayansa da eğlencelik bir dille yazmaya çalıştım. Ama gerçekte Başbakan'ın İnsanlık Anıtı karşısında dile getirdiği zihniyetin son derece vahim olduğunu, daha da önemlisi örtülü bir şeriat eğilimini yansıttığını düşünüyorum. Meramımı anlatmaya çalışacağım.
Ama önce söyle bir düşünelim: İnsanlık Anıtı devasa boyutlarda değil de aşağı yukarı gerçek insan ( Erdoğan'ın terminolojisine göre "yaradılan") boyutlarında tasarlansaydı, Başbakan'dan ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) sözcülerinden aynı tepkiyi alacak mıydı? Hiç sanmıyorum. Belki gene güzel bulmayacaklardı ama yıkmaya tevessül edecek kadar da önemsemeyeceklerdi büyük olasılıkla.
Her ne kadar başbakan anıtı ucube sözcüğüyle nitelerken beğenmediğini kast etse de bir sanat yapıtının kaderi başbakanın güzellik anlayışına bırakılamaz.
Bunu Erdoğan bile bilir. Erdoğan'ın tepkisini çeken, çok büyük olasılıkla yapıtın devasa nicelikteki boyutları olmuş olmalı. Ucube derken yapıtın estetik formunu değil büyüklüğünü kast etti muhtemelen.
Başka deyişle anıt büyüklüğüyle bir "heyula" olarak görünmüş başbakanın gözüne. Şu halde ucube sözcüğünü bir an için unutup heyula sözcüğüyle devam edelim.
Heyula, Türkçede kazandığı bir anlamla "korkutucu, heyecan verecek kadar büyük olan"ı imler. Osmanlıcadaki asıl anlamı maddedir. İslam düşüncesinde ise manevi olanın karşıtı anlamında madde demektir; ilahi olanın dışında kalan, uzayda yer kaplayan maddeler.
Şu halde Descartes'in düşünen, tinsel olan anlamına gelen ve yalnızca zamanda yer alan res cognitas kavramı karşısında hem uzayda hem zamanda yer alan madde anlamına gelen "res extensia" kavramının İslam düşüncesindeki karşılığı olarak ele alabiliriz heyula sözcüğünü.
Aslında Erdoğan biraz Osmanlıca biliyor olsaydı sadece "heykel" bile diyebilirdi; zira Osmanlıcada heykel Türkçedeki yaygın kullanımında olduğu gibi, yontu karşılığı olarak kullanılmaz: çok büyük şey ve büyük tapınak anlamlarına sahiptir.
İmdi bu hatırlatmalardan sonra estetik kuramında Emanuel Kant'ın Üçüncü Eleştiri'sini dile getirdiği Yargı gücünün Eleştirisi adlı yapıtıyla açık seçik bir ayrıma kavuşan iki estetik kategoriyi kısaca anmak gerekiyor.
Ben kendimi bu yazı çerçevesinde Kant'ın tanımlamalarıyla sınırlayacağım. İlk estetik kategori estetiği bir bilim olarak felsefenin gündemine ilk kez taşıyan Baumgarden'den beri üzerine pek çok şey yazılmış olan güzel kategorisidir.
Haz/hoşlanma ve beğeni duygularıyla birlikte ele alınan güzellik, nesnenin formuna (biçimine ) ilişkin bir kavramdır ve bugüne dek sanat ya da estetik dendiğinde ilk akla gelen kavram güzellik olagelmiştir.
Kant ile birlikte estetik kuramı yeni bir kategoriyle tanışır: Yüce.
Yüce estetiği haz/ hoşlanma kavramlarıyla ifade edilen duygularla ancak dolaylı olarak ilişkidedir. Beğeni ile ise hiçbir ilişki söz konusu değildir. Yüceliğin insanda uyandırdığı temel duygu beğeni değil heyecandır. Çünkü güzellik dingin, sınırları belirli niteliksel özellikleriyle bizde olumlu duygulara yol açarken yüce nesneler büyüklükleri ve güçleriyle yani nicelikleriyle bizi etkiler; hayranlık ve korkuyla karışık bir saygı uyandırırlar.
Hatta insanınkini fersah fersah aşan doğadaki güçlerin estetiği olan (Kant'ın adlandırmasıyla) Dinamik Yüce'nin asıl duygusu, özellikle başa çıkılmaz güçte doğa hareketlerini, fırtınalı okyanusları, şimşekli ve gürüldeyen gökyüzü olaylarını imlediğinden, beğeninin karşıtı olan korku olacaktır. Kendisi bu yıkıcı güçlere maruz kalmayan, korunaklı bir konumdaki insanın bu güçler karşısındaki hayranlığıdır dinamik yücenin dolaylı hoşlanma duygusu.
Kant'ın yüce estetiğinin bir kavramı dinamik yüceyse ikincisi Matematik Yüce'dir. Burada heyecana yol açan denetlenemez şiddette doğa güçleri değil, gene doğada yer alan, biçimini tasarlayamayacağımız kadar büyük nesnelerdir: Ulu dağlar, uçsuz bucaksız denizler, ovalar vb. sınırları tahayyül gücümüzü aşacak büyüklükteki yüce nesneler.
Ama biçimi belirli güzel nesnelerden farklı olarak ilk ağızda bir haz değil, acı verir matematik yücenin nesneleri: ölçüye gelmez büyüklükleri duyularımızın onları algılamaktaki yetersizliğini açığa çıkarır; gene de nihayetinde aklımızın duyular üstü gücü galebe çalacak, duyusal yetersizliğimizin acısını bir hoşlanmaya, ruhani bir hazza dönüştürecektir.
Çünkü "yüce başkasıyla karşılaştırıldığında her şeyin küçük olduğu şeydir" (E. Kant, Critique de la Faculte de Juger; Gallimard, 1985 s.289).
Şu halde matematik yüce , "sadece kendisiyle karşılaştırılabilen bir büyüklüktür. Bundan dolayı yüce, doğadaki şeylerde aranmamalı, ama yalnızca bizim kendi idelerimizde aranmalıdır" (a.g.e)
Öyleyse sonsuzluk duygusuna yol açan yeryüzündeki devasa ama nihayetinde sınırları olan nesneler insanın "özsel insanilik" olarak kendi içinde deneyimleyeceği yücelik düşünümünü başlatan estetik nesnelerdir sadece.
Daha doğrusu estetik olma özelliklerini insan ruhunun kendi içinde bulduğu sonsuzluk duygusunu çağrıştırmalarıyla kazanırlar.
Yukarıda da belirttiğim gibi Kant'ın yapıtında yüce estetik kategorisi sanattan ziyade doğa nesneleri bakımından tanımlanmıştır. Kant sonrası sanat kuramcıları yüce estetiğini sanat yapıtlarını, özellikle anıt niteliğindeki yapıtları da kapsayacak biçimde genişletmişlerdir.
Bu açıdan bakıldığında insanlık tarihinde özellikle dinsel amaçlarla yapılan kutsal nitelikli anıtların güzel ve yüce estetiğinin uyumlu birleşimlerini barındırdıkları görülecektir. Eski Mısır piramitlerinden Buda heykellerine, Gotik kiliselerden ulu camilere dek kutsallık duygusu, formu esas alan güzel estetiği kadar hatta daha çok matematik yüce estetiği dolayımıyla sağlana gelmiştir.
Özellikle İslam devasa ebatta camilerle yüce estetiğini kutsalın temeli haline getirmiştir (muhtemelen Kâbe'nin Müslümanların en kutsal mekânı haline getirilme gerekliliği, içinde barındırdığı üç küçük putun İslam dinini tehdit edici özelliğinden ziyade İslam coğrafyasında o asrın en büyük yapısı olarak İslam'ı gölgede bırakacak denli heybetli olmasından kaynaklanmıştır).
İmdi gerek başbakan gerekse AKP sözcüleri şeraitçi olmadıklarını göstermek için her fırsatta beğenmeseler de sanata müdahale etmediklerini, biçim söz konusu olduğunda mini eteklere bile karışmadıklarını belirtme ihtiyacı içinde görünüyorlar ( sanki kadınların etek boylarına karışmak gibi bir yetkileri varmış da hoşgörü sahibi olduklarından karışmıyorlarmış gibi).
Evet, sanatta güzel estetiği ile ilgili yani formu esas alan sanat faaliyetleri ile ilgili olarak şeriatın yasaklamalarını temel almadıkları açık.
Ama iş yüce estetiğine geldiğinde sirkatleri açığa çıkıveriyor. Mehmet Aksoy'un İnsanlık Anıtı adlı yapıtının, henüz tamamlanmamış haliyle bile güzel ve yüce estetiğinin uyumlu bir bileşiminden oluştuğunu görmemek mümkün değil. Aksoy'un yapıtları sergilenecekleri mekânlarla olan uyumu ile bilinir her şeyden önce.
Geniş bir ovanın içinde yapılmakta olan İnsanlık Anıtı, uzak bir mesafeden görüldüğünde sınırları belirgin formu bakımından modern bir güzel estetiği niteliği ile beğeni duygumuzu harekete geçirirken, yapıta doğru yaklaştıkça yapıtın formundan çok büyüklüğü (yani matematik yüce estetiği) heyecan, hayranlık duygularımızı kışkırtıyor.
Yapıtın hemen yanına gelindiğinde ise bu hayranlık heykelin sonsuza uzanırmışçasına olan büyüklüğü karşısında (insanlığa duyulan) saygıya dönüşüyor.
En azından şu üç özelliğiyle tam bir sanat yapıtı İnsanlık Anıtı: Öncelikle acayip bir şey; gündelik dilde otomatik algının içinde anlamını yitirdiğimiz insanlık sözcüğünün anlamını yeniden derinlemesine biçimde düşünmemizi sağlayan bir "ucube" olmasıyla. İkincisi kelimenin iki anlamıyla da yani hem heyecan verici büyüklük hem de İslam düşüncesindeki kutsallık/manevilik karşıtı olan madde anlamıyla ( maddeci/laik bir tinselliği temsil etmesiyle) "heyula" olmasıyla. Son olarak hem devasa büyüklükte şey hem de yontu anlamlarını bir arada barındırdığı için "heykel" olmasıyla.
Başbakan'ın ve AKP zihniyetinin şeriatçı damarına basan, tam olarak kendileri de fark etmeseler bile heykelin yüce estetiğini barındıracak biçimde yapılıyor olması. Beğenmeseler bile güzel estetiğini problematik olarak alan sanat karşısında laiklik görüntüsü vermeye çalışanlar ulu camilerle, yüce Kâbe'yle yarışacak büyüklükte bir sanat yapıtını şeriata meydan okuma olarak algılıyorlar dağarcıklarının derinde bir yerlerinde.
Çünkü onlar için yüce, Allah'ın sıfatıdır ve Allah'a referansta bulunmayan bir yüce yapıt Allah'a şirk koşmaktır, Babil Kulesi'nin öyküsünü yankılar, dolayısıyla onun gibi ilahi bir gücü gazabıyla değilse bile insan eliyle yıkılmaya müstahaktır. Başka bir deyişle sanat karşısında AKP şeriatçılığının açığa çıktığı yer formu temel alan güzel estetiği değil yüce estetiğidir.
İnsanı ve insanlığı " Yaradan'dan ötürü" sevilmesi gereken" bir "yaradılan" olarak yorumlamayan İnsanlık Anıtı karşısındaki tutumları bunun kanıtını oluşturmaktadır. Tam da bu nedenle bu ülkede laik ve özgür sanatı savunan herkes, bu dipten gelen şeriatçı zihniyet karşısında beğensin beğenmesin İnsanlık Yapıtı'nın yıkılmasına karşı çıkmalıdır.
Hem dine hem sermayeye iman etmenin estetik ikiyüzlülüğü
Kapitalizmle ilişkisi olumsal olan radikal şeriatçılığın yüce estetiğini Allah'a şirk koşma olarak algıladığını gösteren güncel örnekler giderek artıyor. Taliban'ın devasa büyüklükteki Buda heykellerini yıkması çarpıcı bir örnek.
Ama en çarpıcısı El Kaide'nin İkiz Kuleleri yerle bir eden uçak saldırılarıydı kuşkusuz. İkiz Kuleler sadece içinde Dünya Ticaret Örgütü'nün yer aldığı ve Amerikan emperyalizminin haşmetini temsil ettikleri için değil matematik yüce estetiğinin en görkemli yapıları olduğu için de El Kaide'nin hışmına uğramış olmalılar.
Okyanusun sonsuz mavisini gökyüzünün mavi sonsuzluğuna taşıyan bu gökdelenler kapitalist düzenin sonsuza dek süreceğini ima eden heybetleriyle bir bakıma laik kapitalizmin mabetleriydi ve bu halleriyle de İslam'ın yüce Allah'ına meydan okuyorlardı sanki.
Kapitalizme biat etmemiş radikal şeriatçılık için İnsanlık Anıtı ile Babil Kulesi, devasa Buda heykelleriyle gökdelen arasında hiçbir fark yok: hepsi "yaradılanın" kendini "Yaradan'a" şirk koşmasının estetik ifadeleri. Yıkıcı bir tutarlılığı var radikal şeriatçılığın
Ama kapitalist dünyanın finans ve eğlence merkezleri olmak için birbiriyle yarışan şeriatçılar için durum farklı.
Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt gibi petrol zengini, Amerikan emperyalizminin gözde müttefiki ülkeler bir yandan güzel estetiğini çağrıştıran, biçimin güzelliğini temel alan sanat yapıtlarını, tıpkı kadın bedeninin görünmesini yasakladıkları gibi, putperestlik olarak şiddetle yasaklarlarken, matematik yüce estetiğinin kapitalist mabetlerini temsil eden gökdelenler inşa etmek konusunda birbirleriyle yarış halindeler.
Onlar için dünyevi yüce, sermayenin gücünü temsil ettiği sürece ilahi yüceyle barış içinde bir arada yaşayabilir pekâlâ.
Bir kıblesi de sermaye olan AKP ılımlı İslamcılığı da farklı değil: İnsanlık Anıtı kapitalizmin gücünü temsil etmeyen laik bir yüce estetiği olarak onların şeriatçı hışmına uğrarken kapitalizmin simgesi gökdelenler karşısında huşu ile eğiliyorlar.
Gene de inanların başta başbakan olmak üzere AKP'li yöneticilerin imanlarının sarsılmaması için dua etmesinde yarar olabilir. İnsanı insan olduğu için değil "yaradılan" olarak "Yaradan'dan ötürü" sevdiklerini söyleyenler işlerine gelmediğinde "ananı da al git" diyecek kadar insan sevgisi taşıyabiliyorlarsa ancak, ya "Yaradan"a olan inançları sarsılırsa ne yaparlar bilinmez. (ART/BA)