Ortadoğu’da ve bilhassa Suriye’de, IŞİD’in yürüttüğü savaş için çocukların eğitilerek acımasız birer katil haline getirildiği artık herkesçe biliniyor. Din öne sürülerek aslında Müslümanlıkta kabul görmeyen hurafelerle beyinleri yıkanmış çocukların, Kuran kursu olarak lanse edilmiş eğitimlerde cihatçı zihniyetle yüklendikten sonra bölge halklarına musallat olması sağlandı. Çocuk askerler yetişkinler gibi kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmadan işkence uyguladılar, cinayetler işlediler, katliamlara dahil edildiler; aynı zamanda hayatları boyunca psikolojik olarak atlatamayacakları dinamiklere maruz bırakılmış oldular.
Behrouz Nouranipour’un yönettiği Children of the Night başlıklı belgesel karanlık bir dünyadan bize seslenirken İran sinemasının gücünü bir kez daha ispat ediyor.
Filmin kahramanları olan beş çocuk yakın zamanda bilhassa Yezidilere karşı işlenen savaş suçlarının faili olarak karşımızda ve belgeselde çocuk asker trafiğini yürütenlerin Türkiye bağlantısı da bu vesileyle afişe ediliyor.
Birleşmiş Milletler mülteci kampında kamera karşısına geçmiş mevzubahis çocukların kaderi belirsiz, çünkü memleketleri Afganistan veya Pakistan gibi ülkelere teslim edilmeleri durumunda başlarına nelerin gelebileceği meçhul. Aslında savaş suçlusu oldukları için yargılanmaları gerekiyor, fakat çocuk oldukları için durumlarının hukuki çerçevesini çizmekte zorluk yaşanıyor.
Kameranın yakından takip ettiği bilhassa beş çocuğun büyük travmalara sahip olduğu kesin, fakat becerikli yönetmenin kahramanlarını rahat ettirmesiyle içlerinden ateşi hiç sönmemiş birer cihatçının fışkırması vaziyetin ne kadar vahim olduğunun ispatı. Aralarında yalnız kalaşnikov silahlarına değil eroine de bağımlılık geliştirmiş olanlar var ve onları iyileştirmek için gerekli desteğin nereden geleceği meçhul. Psikopatlık derecesindeki dışavurumları bir yana, kaybolmuş çocukluklarının silik izlerini de başarıyla kaydeden usta yönetmen, kıvrak montajla elde edilmiş dozunda bir akıcılıkla seyirciyi avucunun içine alıyor; muhteşem ışık yönetimi ve gayet estetik şiirsel bir yaklaşımla bizi çocukların ve aslında tüm insanlığın dramına dahil ediyor.
Sesim Ol
Türkiye’nin adı, başörtüsü takmaya karşı çıkan İranlı kadınlarla alakalı Be My Voice başlıklı belgeselde de ne yazık ki olumsuz bir bağlamda geçiyor. Başarılarını dünya çapında ilgi gören muhtelif belgesellerle taçlandırmış kadın sinemacı Nahid Persson bu kez gazeteci ve aktivist Masih Alinejad’a kamerasını çeviriyor ve kahramanının sosyal medyada mecburi başörtüsüne karşı yürüttüğü başarılı çalışmalara katkıda bulunuyor.
İran çapında başörtüsüne yönelik sivil itaatsizlik hareketinde mühim yer tutan Masih “İslamofaşizme” karşı çalışmalarını sürgünde olduğu New York’tan sürdürüyor ve kadın haklarının tanınması için mücadele ediyor. Fakat memleketinde onun hayranı ve takipçisi olan birçok kadın başörtüsüz videolar yayımlayınca tutuklanıp hapse atılabiliyor.
Baskıcı devlet ayrıca İran’da yaşayan akrabalarını da korkutup Masih’i sindirmeye çalışıyor. Masih tutuklanma korkusuyla ülkesine gitmemeyi tercih ettiğinden, ebeveyni ve kardeşi için İranlı yetkililer bir ara Türkiye’ye seyahat etme izin verdiklerini duyuruyorlar. Fakat Masih bu olası buluşmanın bir tuzak olduğunun farkına varıyor ve mazide birçok kez görüldüğü gibi bu sefer de “İran’ın arka bahçesi” olarak gördüğü Türkiye’de İranlı yetkililerin kendisine ve ailesine yönelik olarak serbestçe suç işleyebileceklerini ifade ediyor.
Akabinde kardeşi tutuklanıp sebepsiz yere uzun süreli bir mahkûmiyet cezasına çarptırılınca Masih İran’a ne olursa olsun dönmesi gerektiğini düşünüyor; fakat takipçileri onun hürken kendilerine faydalı olacağını bildiklerinden Masih’i yurt dışında kalmaya ikna ediyorlar.
Film boyunca hiperaktif Masih’in enerjisine hayran olup direnişiyle kesinlikle empati kuruyoruz. Araştırmacı gazeteci tavrının yanısıra kahramanıyla gayet samimi bir yakınlık kurmuş olan yönetmen Persson bizi Masih’in duygu patlamalarından da film boyunca mahrum etmiyor.
TRT World’ün onu İranlı bir bürokratla karşı karşıya getirdiği programda her zaman olduğu gibi fazlasıyla heyecanlanıp düşüncelerini agresif biçimde adeta kusuyor. Neyse ki ikna edici olabilmek için sakin ve diplomatik bir tavır sergilemesi gerektiğini defalarca tekrar etmiş olan Masih’in kocası, belki de daha fazla üzülmemesi için, eşinin bu defa mesajını gayet etkin biçimde ilettiğini belirtiyor.
Gün gibi belli doğruların mütemadiyen inkâr edilmesi, kabahatlerin başkasına yüklenmesi veya hasıraltı edilmesi, birilerinin hem suçlu hem de güçlü olup zeytinyağı gibi üste çıkması kimi çileden çıkarmaz ki?
Her şeyi paraya çevirme hırsı
Ya asırlardan beri dağlarda izole biçimde yaşayan Miao etnik grubunun Çin hükümet temsilcileri tarafından keşfedilmesiyle, güya onların yararına gibi görünüp aslında sonlarını getirecek bir icraata girişilmesine ne demeli?
Miao’lar, Mao’nun devrimine rağmen takriben 100 sene önce etkisi altına girdikleri Hıristiyan dinini ve âdetlerini günümüze kadar sürdürebilmişler. Çok sesli korolarıyla oluşturdukları dinsel repertuar tek tip vatandaş yaratmanın zirve yaptığı bu çağda fazlasıyla orijinal bulunmuş ve Çin propaganda bürokratlarını mevzubahis özelliği paraya çevirme hırsı sarmış. Medya aracılığıyla bir azınlığa dair bu kültürel dışavurum sansasyonel biçimde ulusal ve uluslararası boyutta duyurulmuş, kimliklerini asırlardır dış unsurlardan korumayı başarmış Miao köylüleri televizyon muhabirlerine sık sık röportaj verir olmuşlar. Turistlerin, kafile halinde ikide birde uğrar hale geldiği Miao köylerine rahatlıkla ulaşması için koca bir otobanın çalışmaları hızla başlamış, köylüler eski evlerinden çıkarılıp inşa edilmekte olan yeni konutlara yönlendirilmişler, bu arada ülkenin başkenti Pekin başta olmak üzere yurt içinde ve ABD dahil, yurt dışında konserler verir olmuşlar.
Fakat her şeyin para olmadığının farkına varan birçok koro elemanı zamanla bu durumdan rahatsızlık duymuş; huzur dolu geleneksel hayatlarının fazlasıyla zedelendiğini ve her şeyin gittikçe anlamsızlaştığını hissederek konser tekliflerini reddetmeye başlamışlar. Devletin kendilerinden bir beklentisi de, tahmin edilebileceği gibi milliyetçi duyguları azdıracak şarkıların repertuarlarına dahil edilmesi imiş.
Hadiseleri seyircinin gözüne sokmadan usul usul aktaran bir dili var Singing in the Wilderness başlıklı belgeselin. Kadın sinemacı Dongnan Chen seyirciyi koro elemanlarının çok özel anlarına da dahil ederken bilhassa Hıristiyan inancına sıkı sıkıya sarılmış kadınların, eşleri dahil başka dine mensup erkekler tarafından nasıl kolaylıkla aşağılandığına dair de bizi aydınlatıyor.
Fakat esasen çoğunluğu temsilen devlet, iyilik yaptığı iddiasını taşısa da bir azınlığı özelliklerinden yavaş yavaş uzaklaştırarak tek tip vatandaşlık ülküsüne hizmet etmiş oluyor. Neyse ki, Çin’de de yolsuzluk had safhada olduğu için devasa otoyolu üstlenmiş olan yetkili paraları alıp ortalıktan yok oluyor (yoksa tutuklanıyor muydu?) ve köyün içine kadar girmiş olan inşaat, bir savaş alanı görüntüsü taşısa da sekteye uğruyor.
Bu arada topraklarından ve evlerinden edilmiş bazı köylüler yarım yamalak tamamlanmış yeni konutları kendi çabalarıyla yaşanır hale getirmeye girişiyor.
Nasıl, tanıdık geliyor mu?
Antroposen sonumuz mu?
Aslında tüm coğrafyaların saldırı altında olduğu Antroposen çağında olduğumuz için gittikçe ısınan gezegenin her yanından imdat çağrıları yükseliyor. Çevresel hassasiyetin en azından resmî söylemde daha yüksek olduğu Avrupa’da özveriyle çalışan bazı gönüllülerin ellerinden geleni yaptığına şahit oluyoruz.
İğneyle kuzu kazıyorlar hissine kapılıyor, yaşanmakta olan çevre katliamının sonuçlarına değil, sebeplerine acilen eğilmemiz gerektiğine bir kez daha ikna oluyoruz.
Kışın ortasında deniz ve okyanus kıyılarında yaralı, akaryakıta bulanmış, plastik yutmuş veya ağlara dolanmış halde bulunan, bilhassa kuğular, yunuslar, foklar, ayı balıkları, balinalar ve başka canlıları kurtarmak için geniş bir insan ağı oluşturulmuş. Bir kurban teşhis edildiği anda hızla iletişim kuruluyor ve eldeki imkânlarla ilk yardım çalışmaları harekete geçiriliyor.
From the Wild Sea başlıklı belgesel muhteşem ışık yönetimiyle bizi bilhassa kış denizinin renklerine doyuruyor. Kadın yönetmen Robin Petré, mesafeli olduğu kadar oyuncaklı bir montajla dikkatimizi daima ayakta tutuyor ve duygu sömürüsüne başvurmadan vaziyetin ciddiyeti hususunda bizi uyarıyor.
Vahşi yaşamla insanın işgal ettiği noktaların iç içe girdiği dinamikleri layıkıyla yansıttığı gibi, gelecek nesillerin dikkatini bu mevzuya çekmek için neler yapmamız gerektiğini de fısıldıyor.
Estetik belgesele doyum olmaz!
23.Selanik Belgesel Festivalinde Yunanistan WWF (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) ödülünü kazanmış olan The Silence of the Tides da gayet şiirsel diliyle tabiatın olağanüstü dışavurumlarına bizi doyuruyor. Yönetmenliğini Peter-Rim de Kroon’un üstlendiği estetik yapım Hollanda, Almanya ve Danimarka’nın arasındaki Wadden denizine zarafetle eğiliyor.
Gezegende metcezire tabi olan, bozulmamış en geniş kumul ve çamurlu düzlük alan sıfatıyla UNESCO’nun dünya mirası listesine eklemiş olduğu mevzubahis denize herhangi bir üst ses veya röportaj olmadan dalıyoruz. Doğanın birbirinden hipnotize edici dışavurumlarının yanısıra, asırlardan beri mümkün olduğunca coğrafyayla uyumlu şekilde yaşamaya çalışan insanların varlığına da rastlıyoruz. Çevresel hassasiyet gelenekselle birleşiyor, günümüz dünyasının getirdiklerine daha çağdaş teknolojik teçhizatlarla karşılık veriliyor.
Işık sık sık değişiyor, kurşun mavisinin muhtelif tonlarına güneş batışlarının sıcak renkleri karışıyor.
Fırtınalar deli gibi esiyor, kuşlar uçuşuyor, dalgalar kıyılara haşince vururken tipi kumulları aşıp ana karaya kar yığıyor.
Kâh rüzgârın uğultusu kulakları sağır ediyor, kâh sisli hava sesleri boğuyor. Hava iyice durgunlaştığında deniz adeta bir göle dönüşüyor, görüntü bir aynada yansırmışçasına ikiye katlanıyor.
Tabii ki filmin başrolünde gelgitler var ve usta yönetmen tabiatın bu olağanüstü hareketini bize yansıtırken benzer sekansları sık sık kullanmak suretiyle mütemadiyen tekrarlandığını hatırlatıyor.
Mevsimler akıp gidiyor, zaman (sanki bu son zamanlarda iyice artan bir hızla) durdurulamaz bir şekilde geçip duruyor…
Deniz adeta nefes alıp veriyor, doğayla insan arasındaki hassas denge bu ortak yaşamda huzurlu bir döngüye dönüşüyor…darısı başımıza!
Farklı olana tahammülsüzlük
Toplumun en azından bir süre öncesine kadar “ucube” gibi kelimelerle betimlediği, kendi “sağlıklı” imajından farklı fiziksel özelliklere sahip kişilere sinema öteden beri alaka göstermiştir.
Code of Freaks başlıklı belgesel bu hususta bilhassa Hollywood’un icraatını merceğine alıyor ve resmen sınıfta kaldığını kanıtlarla belgeliyor.
Kadın yönetmen Salome Chasnoff’un kotardığı sevimli belgesel, doğumdan itibaren fiziksel “anormalliklere” sahip kişiler dışında film kahramanının bir kaza sonucunda sakatlandığı senaryolarda da duygu sömürüsünün daima ön plana çıktığını gösteriyor.
Günümüzde fiziksel engelli olarak tanımlanan insanların en pahalı oyuncular tarafından canlandırıldığı zaman bile, söz konusu kişilerin ruhundan ne kadar uzak olunduğunu konuya birebir vâkıf kişilerin ağzından dinliyoruz. Zaten genelde aksayan senaryonun ta kendisi oluyor ve aslında ticari kaygılarla sadece çoğunluğa seslenmek üzere hazırlandığından esas ilgilileri asla ikna edemiyor. Yine de Hollywood, artık bir gelenek haline gelen bu trende uygun olarak, mevzubahis dertlerden muzdarip kişileri ne oyuncu olarak göreve çağırıyor ne de senaryo yazılırken fikirlerini doğru dürüst alıyor. Ama bir Hollywood yıldızı ne zaman ağır hastalıktan muzdarip bir kişiyi, ağır bir kazadan zar zor kurtulup sakat kalmış bir insanı, fiziksel engelleri veya farklılıkları olan bir şahsı canlandırsa hararetli alkışlar ve gözyaşları arasında Oscar’ı kapıveriyor!
Filmde yakından irdelenen “sakat”larla seks konusu da var tabii ki. Filmlerin bazılarında bu mümkün olsa da sanki sağlıklı birey “eksik” olan bireye bir iyilik edip onunla cinsel münasebete giriyor. İki engelli kişinin sevişmesine ise filmlerde neredeyse hiç rastlanmıyor. Sinemanın bir eğlence sektörü olarak, müşterilerin yüzleşmek istemeyecekleri veya yüzleşmekten korktukları bazı çıplak gerçekleri dayatmasını beklemek abes olsa gerek.
Acı çeken engelli insanın filmlerin sonunda seyirciyi rahatlatmak üzere senaryo icabı ölmesi “mutlu son” olarak sık sık karşımıza çıkabiliyor. Tüm çabalara rağmen toplumsal hayata uyum gösteremediği ve hırpalandığı zaman ise bir kuruma teslim edilip gözden ırak hale gelmesi de vicdanları rahatlatan senaryolardan.
Tabii ki sinema tarihinin uzun bir bölümünde “ucube”lerin, “çirkin”lerin, “acayip”lerin tüm kötülüklerin icracıları olarak betimlendiğini unutmamak lazım. Boy açısından sıradan insanlara göre çok daha kısa kalanlar için ise Hollywood’un bulduğu sıfat “sihirli” veya “büyülü”; hatta hayata tutunma dirayetleri için de “ilham verici” deniyor. Oysa yaşam mücadelesi içindeki söz konusu kişiler bunu herhangi birine ilham vermesi için yapmıyor ve bu ifadeyi fuzuli buluyor. Önyargıların kimseye faydası olmadığını bu şekilde bir kez daha idrak ediyoruz.
Sinema tarihinden ve bazıları için itibarını hâlâ koruyan Hollywood’dan muhteşem kolaj Code of Freaks’in hepimize anlatacağı çok şey var! (MT/AS)