Medya toplu sözleşme görüşmelerinden genellikle "maraton" diye söz eder. Çok zorlu ve uzun bir mücadele izlenimi vermek için bu kelime seçilir. Oysa toplu sözleşme deneyimi olanlar, çoğu zaman daha kısa süre içinde anlaşmaya varılabileceğini fakat her iki tarafın da, çok sıkı bir çalışma sürdürüldüğü görüntüsü vermeyi tercih ettiğini bilirler.
Gerçek sendikaların gerçek mücadelelerini gözardı etmek haksızlık olur ama özellikle Türk-İş’in kendini bir çeşit devlet dairesi gibi konumlandırmaktan vazgeçemediğini de unutmamak lazım. Bu tür sendikalar, bankalardaki müşteri temsilcileri müşterileri ne kadar temsil ederse, işçileri o kadar temsil ederler.
Asgari ücret
Bu yüzden, asgari ücret görüşmelerinin sonucunu merak etmeye hiç gerek yoktur. Günü geldiğinde, işçileri temsil eden kişi sıkıntılı bir çehreyle sonuçtan memnun olmadıklarını, pandemi, ekonomik koşullar gibi nedenlerle kabul ettiklerini ama fedakarlığın hep kendilerinden beklenmemesini, koşullar düzeldikçe devletin katkı vereceğine inanmak istediklerini falan söyleyecektir. Hızını alamayıp "Mehmetçik’in vatan savunması yaptığı şu günler" gibi eklemeler yapması da fena olmaz.
Devlet ve işveren tarafı mevcut koşullar altında mümkün olan en adil anlaşmaya vardıklarını beyan edecekler. Düşük ücret tabii ki firmalar için iyidir. Türkiye’yi yönetenlerin ekonomi bilgisi, firmalar için iyi olan ülke için de iyidir düzeyinde olduğundan, elde edilen sonuçla en azından bir süre rahat edeceklerini düşünecekler.
Oysa asgari ücret ne kadar düşerse düşsün, Türkiye ekonomisinin sorunlarını çözemez, hatta sorunun daha da büyümesine yol açabilir. Nasreddin Hoca’nın karanlıkta kaybettiğini aydınlıkta araması gibi, Türkiye de çözümü yanlış yerde arıyor. Türkiye’yi yönetenler, beceremeyecekleri karmaşık işlere girmeyip bildikleri yoldan devam etmeyi seçiyorlar. Ücretleri düşür, karlar artsın, şirketler yaşasın, yatırım yapsın, istihdam sağlasın, ekonomi büyüsün.
Her şeyden önce Türkiye’de asgari ücretin asgari ücretten ibaret olmadığını hatırlatmak lazım. Birincisi, Türkiye’de çalışanların büyük kısmı asgari ücret alıyor. İkincisi, ortalama ücretle asgari ücret arasındaki fark her geçen yıl azalıyor. DİSK Araştırma Merkezi, 2007 yılında ortalama ücretin asgari ücretin iki katından fazlayken, şimdi yarısı kadar fazla olduğunu hesaplıyor. Asgari ücret ülkedeki genel ücret düzeyini doğrudan belirler.
Bu nedenle, asgari ücretin düzeyi ülkede tercih edilen ekonomi politikalarının göstergesi niteliğindedir. Düşük asgari ücret ülkedeki tüketim potansiyelinin de düşük olduğunu/olacağını gösterir. Asgari ücreti düşük tutuyorsanız, iç piyasadan ümidi kesmişsiniz, dış piyasalar için üretim yapmaya karar vermişsiniz demektir. Yurtiçi talep artmayacaktır, yurtdışı talep için düşük ücrete, geri teknolojiye ve ucuz ihracata dayalı üretim yapılacaktır. Türkiye’yi yönetenler, belledikleri tek yolda ısrar ediyorlar.
Fakat Türkiye bu politikanın sınırlarına çoktan geldi ve daha fazla sürdürmesi artık mümkün değil. Türkiye’de aylık ortalama net ücretler 400 doların da altına düştü. Çevremizdeki ülkelerden Rusya’da 445 dolar, Sırbistan’da 530 dolar, Bulgaristan’da 620 dolar, Romanya’da 680 dolar, Yunanistan’da 990 dolar. Türkiye’nin ücretleri daha da düşürerek kazanacağı bir avantaj kalmadı.
Türkiye’de hala Çin’in ucuz emek sayesinde yabancı sermaye çektiği, hızlı büyüdüğü sanılıyor. Çin’de ücretler her yıl düzenli olarak yükseltiliyor. 2020 yılında imalat sanayiinde ortalama aylık ücretler 950 dolara ulaştı. Belki de Türkiye’de sendikalaşma oranı bakanlığa göre yüzde 13, ILO’ya göre yüzde 8 düzeyindeyken Çin’de yüzde 45’e ulaştığı için böyle olmuştur.
Tüccar devlet
Sendikasızlaştırma, grevleri yasaklama, gösterileri bastırma politikalarının doğal sonucu, ücretleri düşürmek olmuştur. Ücretleri düşürmek bir büyüme stratejisidir. Ülke ekonomisi dış talebe göre uyarlanacak, ucuz ihracatla büyüyecektir.
Önce bu mantığın hiçbir geçerliliğinin kalmadığını vurgulamak gerekir. Bu, vaktiyle bütün azgelişmiş ülkelere telkin edilen, hemen hepsinin de hevesle uygulamaya koyulduğu ve çok azının avantaj sağladığı bir politikadır. Çok eskide kalmıştır, tartışmaya mahal yoktur.
Fakat bundan çok daha önemlisi Türkiye’nin dünya siyasetindeki yeri. Eğer ihracatla büyümek istiyorsanız ihracat pazarlarınız olacak, pazarlarınızı muhafaza edeceksiniz, başkalarına kaptırmamaya çalışacaksınız. Eğer ekonominiz dış pazarlara bağlıysa, pazarlarla problem çıkarmayacaksınız, iyi geçineceksiniz.
Devletlerin iç talebi kontrol etmek için çeşitli araçları vardır ama dış talebi kontrol etmek kolay değildir. Büyümeyi dış talebe bağladıysanız devletin birincil özelliği tüccarlık olacak. Tüccar devlet müşteri devletlerle iyi geçinmek zorunda, zanaatın gereği olarak. Tüccar devlet esip gürlemez, korkutmaz, tehdit etmez. Mesela Osmanlı, tüccar devlet değildi, komşularına saldırdı, tehdit etti, kötü ilişkiler kurdu. Sonuçta bütün komşularıyla savaştı, kaybetti. Osmanlı gibi olmamak lazım.
Türkiye’de bir kararsızlık hali var. Neo-Osmanlı mı olacağız, çağdaş, uygar bir devlet mi olacağız. Osmanlı’nın Katar’ı bahşettiği aşiret devleti ile aramız iyi ama onun dışındaki bütün Arap ülkeleri ile kötü. Ücretleri ne kadar düşürürsek düşürelim Arap ülkelerine ihracatı artıramayacağımız anlaşılıyor. ABD’de de pek umut yok, yaptırımlardan yaptırım beğenme halindeyiz. Cezamızı Biden kesmese de Trump kesse, diye dua ediyoruz. Avrupa’nın da 10-11 Aralık tarihlerinde hakkımızda karar vermesini bekliyoruz.
Avrupa Birliği'ndeki durum hiçbirine benzemez. İhracatımızın yarıdan çoğunu yaptığımız ve üstüne ihracat fazlası verdiğimiz tek dış ticaret partneri. Oradan sağladığımız fazla sayesinde öteki ülke gruplarıyla ticaretimizi sürdürebiliyoruz. Şimdi, Avrupa ile ticareti artırmanın yolu işçi ücretlerini düşürmek mi? Avrupa Birliği ile aramızdaki problemleri böyle maliyet ayarlamaları ile gidereceğimiz mi düşünülüyor gerçekten?
Güvenilir ülke
Sorun sadece ticaret de değil. Bu ülkede, insanların geliri olağanüstü ölçüde düşük olduğundan, tasarruf oranları yetersiz. İç tasarruf yetersiz olduğundan, dışarıdan sermaye sağlanmadıkça yatırım yapmak, büyümek mümkün olmuyor. Devletin bütün çabalarına, her türlü teşvike, olağanüstü düşük ücretlere rağmen bu ülkeye dışarından sermaye gelmiyorsa, nedenini başka yerde aramak lazım.
Bu da karmaşık bir problem değil. Ancak güvendiğiniz ülkeye para yatırırsınız. Ancak güvendiğiniz ülkeye borç verirsiniz. Eskiden bir ülkeye güvenmeden de borç verilebiliyordu. Örneğin Avrupa ülkeleri Osmanlı’ya bol bol borç verdiler. Osmanlı borcunu ödeyemeyince de savaşmakla tehdit ederek gelir kaynaklarına el koydular, böylece verdikleri borcu kurtarmaya çalıştılar. Buna Düyun-u Umumiye diyoruz. Düyun-u Umumiye emperyalizmin oyunu falan değil, borcunun üstüne yatan devlete karşı alınan tedbirdir. Büyük güçler kimseye parasını kaptırmaz. Günümüzde ne savaş isteniyor ne de Düyun-u Umumiye gibi kurumlar. Bu yüzden güvenilmeyen ülkeye kimse para göndermiyor.
Bu konuda da kural anlaşılıyor. Ya çağdaş, uygar bir devlet gibi davranacaksınız ya da burası benimdir istediğimi yaparım diyeceksiniz. Elbette ki dünya bağımsız ülkelerle dolu. Hiçbir devlet dış ticareti esas alarak politika belirlemek zorunda değil. O zaman, bu devletler ekonomilerinin varlığını dış pazarlara bağlamamak zorunda, iç piyasalarını güçlendirmek zorunda. Tutarlılık olmazsa hiçbir politika sonuç vermez.
(NÖ)