25. Selanik Uluslararası Belgesel Festivalinin koşuşturmacası sürerken, 28 Şubat’ta meydana gelen tren kazası sonrasında halkın öfkesi bir türlü dinmediğinden kentin merkezini tamamıyla bloke eden protesto yürüyüşlerine rastlamak sanki günlük rutinin bir parçası haline geldi.
Demiryolu işçileri güvenlik protokollerinin geliştirilmesi yönündeki taleplerinin senelerden beri dikkate alınmadığını ifade ederken 8 Mart günü Yunanistan’da genel greve gidildi; doktorlar, öğretmenler ve otobüs şoförleri de greve katılınca Selanik’in normalde kalabalık ve gürültülü merkezi adeta huzura kavuştu. Başbakan Miçotakis’in kazayla alakalı olarak özür dilemesi ne kadar işe yaradı bilemem ama Almanya’da işçilik yapmış kadınlar hakkındaki İstasyon Annesi (Η μητέρα του σταθμού/Mother of Station) adlı çarpıcı belgeselin gösterimi öncesinde topluca ayağa kalkıldı, yönetmen Kostoula Tomadaki’nin ricasıyla gerçekleşen bir dakikalık saygı duruşu dopdolu salondaki mutlak sessizlikle hafızama kazındı. Oysa Yunanistan’ın bilhassa fakir Kuzeyinden gurbete 60’lı ve 70’li yıllarda gitmiş ve filmi izlemek için davet edilmiş günümüz büyükannelerinin birkaç dakika önce fuayedeki ve salondaki cıvıl cıvıl sesleri tahammül sınırlarını epeyce zorlamıştı. Almanya’da eğitim görmüş bilhassa ikinci nesil gurbetçi kadınların belgeseldeki anlatıları ve analizleri ise bende, filmin Türkiye’de organize edilen Uluslararası İşçi Filmleri Festivali bünyesinde gösterilme temennisini doğurdu.
Yoksa tüm bunlar dördüncü yalnız adam olmaya aday bir sinema yazarının sayıklamaları mıydı?
Esrarkeş davulcu
Sanatında istediği sonucu alabilmek için kendini dış dünyadan mümkün olduğunca soyutlayan bir davulcunun hikâyesi 2023 Selanik Belgesel Festivalinde şimdiye kadar izlediğim filmler içinde beni en çok tesir altında bırakanı oldu. Yönetmenliğini, karizmatik olduğu kadar hassas ve sinirsek belgeselci Armand Urbaniak’ın üstlendiği 30 Yıllık Mazeretler (30 Lat Wymówek/30 Years of Excuses) adlı belgesel, yönetmenin aslında gayet tecrübeli bir kameraman ve görüntü yönetmeni olması sebebiyle sonu gelmez bir görsel şölendi. Polonya’da etrafı gür bir ormanla çevrili bir gölün nispeten küçük bir koyuna demirlenmiş yüzen bir ahşap evde yaşayan müzisyen Michał “Gier” Giercuszkiewicz muhtelif müzisyenlerle beraber başarılı bir kariyerden sonra en şahsi eserini yaratabilmek için dünyasına kapanıyor. Eroin kullanmışlığı olup sonradan esrarla kafa yapan “Gier” bir hayli minimal ritm duygusuyla bizi farklı boyutlara taşıyor. Filmin ses hanesindeki Franciszek Kozłowski harikalar yaratırken salondaki seyirci, yönetmenin sağladığı gayet konforlu ortamda sanki tüm evrenle birlikte nefes alıp veriyor, rüzgârla salınan ağaçlarla dalgalanıyor; bazen de fırtınanın kopardığı plastik brandayı zapt etmeye veya evin karaya vurmasını önleyen halatların düğümlerini sağlamlaştırmaya girişiyor.
Video sanatıyla özdeşleşen sekansları, saykadeliğe varan renk cümbüşü, dört mevsimin sağladığı doğal zenginlik ve daha birçok detay, etrafı ideal bir ambiyansla çevriliyken, bilge ve metin kahramanımıza yaklaşmamızı ve ona bağlanmamızı mümkün kılıyor; seyirciye de National Geographic gibi cilalı bir camiadan gelmesine rağmen filmin yönetmenini hararetle alkışlamak kalıyor.
Katır inadı
Festivalin yalnızlarından diğer yalnız adam, hayatını serbestçe gezmeye adamış olup ikide birde polisin hışmına uğrayan John Sears. Üç katırıyla ABD’nin Batısında otuz senedir gezen ve açık havada yaşama hakkını savunan filmin kahramanı, idealist olduğu kadar da inatçı. “Param olsa da bir evde yaşamam” diyen yaşlı Sears sık sık statükoyu sarsan varlığıyla dar ufuklu vatandaşların ihbarlarına, ardından da sicili fazlasıyla kirli ABD güvenlik kuvvetlerinin klişe müdahalelerine maruz kalıyor.
Kapitalist sistemin dayattığı standartlara ve halkın düşünmeden özümsediği düzene meydan okumak üzere şehirlerde bilhassa bulunduğu gibi araba terörüne inat, “ister istemez” şehirlerarası karayollarının yan şeritlerini de kullanıyor.
Yönetmenliğini John McDonald ile kızı Nina Schwanse’nin üstlendiği Bana Katır De (Call Me Mule) adlı film tabiatla iç içe yaşamanın beton ve asfalt yığınları içinde yaşayanlar için bir lüks haline geldiğini, takdir edilecek anarşist bir tavırla hatırlatıyor. Sears’ın, belki emellerine alet ettiğini düşünebileceğiniz katırlarına gösterdiği ihtimam ve yıllar içinde onlarla sembiyoz haline geçmesi seyircinin gözlerini yaşartabiliyor.
Ataları gibi göçebe yaşama hakkını muhafaza etmeye çalışırken Sears adeta bir günümüz Don Kişot’unadönüşüyor; neyse ki zamanla bir sosyal medya fenomeni olarak patladığı için sempatizanlarının alakasına da mazhar olabiliyor. Gençliğinde çekingen olduğu için herhangi bir kadınla cinsel ilişkiye girmediğini aktaran Sears sosyal medya sayesinde bilhassa kadınların gözbebeği haline geliyor; muhtelif televizyon kanallarının röportajları bir yana, bazı kadınların onunla tanışmaya can atması, bazılarının bir süreliğine de olsa zorlu macerasında ona eşlik edip mesela katırların dışkısını toplamak suretiyle destek vermesi görülmeye değer.
Plaj jigolosu
Üçüncü yalnız ise cinsel cazibesini kullanarak kadınlara adeta musallat olan Bulgaristan’dan İvan. Bir zamanlar esmer teniyle bilhassa Kuzey Avrupalı kadınları kolaylıkla “tavlayan” yakışıklı kahramanımız 58 yaşına gelip albenisini yavaş yavaş kaybetmeye başladığından yalnızlığa doğru yelken açmış olmanın paniğinde.
Karadeniz’deki bir tatil beldesinde Komünist dönemden beri jigololuk yapan kahramanımız Covid-19 pandemisiyle birdenbire işsiz kalıyor ve herhangi bir birikimi olmadığı için de çok basit işlerde çalışmak zorunda kalıyor. Kendini çaresiz hissettiği esas alan ise, Ukrayna’da yaşayan oğlunun ona pek yüz vermemesi bir yana, şu ana kadar herhangi bir hayat arkadaşı bulamamış olması. Bulgaristan’ın sağladığı AB vatandaşlığı statüsünü Rusya’dan gelen kadınlara bir izdivaç rüşveti olarak sunmaya çalışması da işe yaramıyor ve hayatı boyunca neyi yanlış yaptığını derinlemesine sorgulamak zorunda kalıyor.
Hınzır yönetmen Tonislav Hristov’un son filmi Son Martı (The Last Seagull) seyircinin yüzünde acı bir tebessüm bırakabiliyor. Erkekler dünyasının kabak tadı vermiş klişeleri, cinsellik mevzubahis olduğunda ortalığa saçılan bayağı espriler, kadınların bir av gibi görülüp sömürülmesi ve daha birçok çirkinlik sanki resmigeçit halinde karşımıza çıkıyor. Tabii ki kahramanımız ve mesai arkadaşlarını izlerken, seks sözkonusu olduğunda sınır tanımayan insanların ulaştığı belirli bir tecrübe ve tatmin duygusunu da alıyoruz (eşcinselliğin seçenekler arasında olduğunu hissederek…).
Neyse ki kahramanımız İvan centilmenlik hususunda da elinden geleni yapıyor; senaryonun önceden hesaplanmış ve filmin kahramanına kamera karşısında caka satma şansını tanıyan sekansları bir yana, filmde belirli bir hakikate de ulaştığımızı düşündürten sahneler yok değil.
Not: 25. Selanik Uluslararası Belgesel Festivalinin 12 Mart Pazar akşamı için öngörülen kapanış töreninin, tren kazası nedeniyle iptaline karar verildi.
(MT/AS)