Epey bir süredir Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın katıldığı düğünlerde şöyle bir manzaraya tanıklık ediyor davetliler ve kamuoyu.
Resmi nikah kıyılıp imzalar atıldıktan sonra ülkenin en önemli politik şahsiyeti ve düğünün onur konuğu olan Erdoğan yeni evli çiftlere dönerek, ama özellikle de gelinin gözlerinin içine bakarak üç çocuk tavsiyesinde bulunuyor.
Tam o anda başbakanın kendisi de dahil olmak üzere hemen hemen herkesin yüzünde tatlı bir gülümseme belirmekte. Damada bir an önce gelini hamile bırakması, geline ise bu tür bir duruma birden fazla defa hazırlıklı olması yönünde verilen mesaj - ki bu mesaj muhafazakar kesimler için bir talimat niteliğinde- oldukça düşündürücü.
Her şeyden önce özel hayat ile kamusal hayat arasında bir sınır olduğu ve böylesi bir sınıra saygı göstermenin çok uzun süreden beri özgürlükçü bir toplumun temel niteliklerinden biri olarak sayıldığı gerçeğinin başbakana kuvvetli bir şekilde hatırlatılması gerek. Şüphesiz ki hiçbir şey tümüyle özel ve dolayısıyla yalıtılmış ya da tümüyle kamusal değil.
Ancak yine de Erdoğan örneğinde olduğu üzere kamu adına icra yetkisiyle donatılmış kimselerin çocuk yapma gibi bir hayli mahrem bir konuda dahi yönlendirici niteliği ağır basan bir tonda ve sürekli bir şekilde kanaat bildirmesi özel alanın kamu gücü tarafından işgal edilmesinden başka bir anlama gelmiyor.
Kişiler kendi özel tercihlerini ve (veya) kimliklerini daha doğal bir şekilde yaşayabilmek için uğraş verebilirler. Bu bağlamda özelin kamuya taşınması kamuyu zenginleştirir. Ama aksi bir durum, yani kamunun çeşitli nedenlere dayanarak -üç çocuk, sigara yasağı, içki yasağı- doğru davranış tarzını özele dayatması totalitarizmden başka bir şey değildir.
Dinsel tercihler ve cinsel yönelimler başta olmak üzere hayatın belli bazı yönleri kalıcı bir şekilde kamusal müdahalenin dışında kalmalı ve sadece bize ait olmalıdır. Bu bağlamda rahatlıkla diyebiliriz ki kamu adına yetkilendirilmiş kişilerin telkinler ya da talimatlar yoluyla özeli düzenlemeye kalkması en asgari ölçütlerde bile özgürlüğü ortadan kaldırır.
Tabii üç çocuk politikasındaki sorun politik liderliğinin doğru yaşam tarzına yönelik sınır tanımaz ihtirası karşısında özel alanın özerkliğini kaybetmesi meselesinden ibaret değil.
Ayrıca kadının toplumsal konumu ve nüfus-emek ilişkisi üzerine de birtakım hatırlatmalarda bulunmak gerekir. Her şeyden önce Erdoğan'ın üç çocuk lehine açıklamaları her birlikteliğin evlilikle, her evliliğin ise çocukla sona ermesi gerektiği yönündeki muhafazakar toplumsal tahayyülü yeniden üreten bir niteliğe sahiptir.
Bahsi geçen bu anlayış aynı zamanda kadının erkek karşısındaki ekonomik ve cinsel bağımsızlığını aile ve çocuk adına feda eden ataerkil kültürü güçlendirir.
Böylesi bir söylem kadını iş hayatından tümüyle koparır. Üç çocuk bir hedefse, bu tür bir hedefin bizi götüreceği yer erkeğin karısı, çocukların anası olmaktan ibaret nesneleşmiş bir kadın imgesidir.
Yine bu bağlamda bir diğer mesele çocuğun ya da çokça çocuk yapmanın toplumsal işlevinde somut bir içeriğe bürünür. Çocuk evliliği aileye dönüştürür. Böylesi bir adım sayısız yan anlamının yanı sıra boşanmayı bir hayli riskli bir şey haline getirir.
Birçok çift eşini sevmemesine rağmen sırf arada çocuk var diye boşanmayı göze alamamaktadır. Tam da bu noktada her iki birey, ama özellikle de kadının üzerinde baskı çok büyüktür.
Demek ki başbakanın bir an önce çocuk yapılması ve çok çocuk yapılması yönündeki ısrarı toplumsal yapımızın en önemli vasatına, yani çocuklu mutsuz aile tipine hizmet etmektedir.
Son olarak emeğin değeri ve nüfusun biyopolitik niteliği üzerine birkaç şey söylemek gerekir. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) liderliği üç çocuk politikasını büyüme perspektifi bakımından ele almakta ve verimlilik ideolojisi üzerinden savunmakta.
Dile getirilen standart tez "her aile üç çocuk yapmazsa nüfusun yaşlanacağı" şeklinde formüle edilebilir.
Tam da bu noktada iki hatırlatma yapılabilir: Öncelikle çocuk yapmayı teşvik ederek ekonomiyi canlandırma siyaseti özel olarak faşist genel olarak ise kalkınmacı-otoriter rejimlerin en bilinen enstrümanlarından biridir.
Bu bağlamda mesela Hitler Almanya'sının nüfus politiğiyle Erdoğan Türkiye'si arasında büyük paralellikler var. Dahası nüfusu kalkınmanın aracı olarak disipline etme alışkanlığı oldukça açık bir şekilde bir toplum mühendisliği projesini karakterize ediyor.
Bu bağlamda laik-Kemalist kesimleri toplum mühendisliği yapmakla suçlayan Erdoğan'ın kapitalizm adına benzeri bir doğrultuyu hayata geçirmesi oldukça manidar.
Ayrıca nüfusun yaşlanmasını önlemek adına meşrulaştırılan üç çocuk siyaseti aslında ucuz emeğe dayalı sömürü düzenini garanti altına almaktan başka bir anlama gelmiyor. Güvencesiz ve örgütsüz bir şekilde çalışan on milyonlarca emekçinin içinde bulunduğu durumu değiştirmesi önündeki en büyük engel kendileriyle aynı kaderi paylaşan diğer emekçilerdir.
Erdoğan'ın üç çocuk gibi bir nüfus politiğe ihtiyacı var. Çünkü ancak bu sayede yedek işsizlerle bugünkü ağırlığını koruyabilir.
Ücretlerin yükselmemesi için işi daha düşük bir ücretle yapacak başka kişilere ihtiyaç var. İşte üç çocuk bunu sağlayacak, yani sermaye lehine fazlasıyla bozulmuş ekonomik ilişkilerin bugünkü sorunlu haliyle kendini yedeklemesini.
Tartışmayı şöyle kapatmak yerinde olur sanırım. AKP isteyen, ama kendisinden istenilmesinden pek de hoşlanmayan bir parti.
AKP bizden üç çocuk istiyor. O hoşlanmasa da bizim de bazı isteklerimiz olabilir. Mesela o üç çocuktan biri kız olursa, onlarca kişi tarafından tecavüze uğradığında onu koruyacak kadar güçlü bir adli sistem yaratılmasını; o üç çocuktan biri oğlan olursa, genç delikanlı adına defalarca basılmış sınır karakollarının birinde ölmemesini mümkün kılacak barış ortamının yaratılmasını; o üç çocuktan biri eşcinsel olursa, saygın bir kişi olarak hayatını sürdürmesine yardımcı olacak koşulların yaratılmasını istiyoruz.
Soruyorum size, çok şey mi istiyoruz? (AÖ/ÇT)