Gerçekte bu çoğunluk için pek bir anlam ifade etmez, çünkü çoğunluğun bütçesi hafta sonu eklerinin teklif ettiklerini gerçekleştirmek için pek elverişli değildir. Ancak gazetelerin toplam tirajının bir buçuk milyon olduğu altmış beş milyon nüfuslu bir ülkede, sözünü ettiğimiz çoğunluğun gazete okuduğu da epeyce şüphelidir. Dolayısıyla gazetelerin, unvanları genel yayın yönetmeni, adları başka başka, gerçek işleri işletme müdürlüğü ve patron adına iş takibi olan karar mercileri okur potansiyelleri bakımından çoğunluğu zaten yıllardır dıştalamış olduklarından hafta sonu eklerinin bu hali 'alışılagelmiştir' ve artık pek de şaşırtıcı değildir.
Sistem muhalifleri yine de bu gazeteleri okurlar, okumak zorundalar.
Bahsimiz yemek
Hasbelkader kendimi de içinde saydığım zorunlu okurların bu hafta sonu ekleriyle ilişkisini merak etmişimdir. Bağımlı toplumsal sınıflardan kökünü alsa da eğitim yoluyla orta sınıf yaşantısını tanıyan ve eğer iş bulabilmiş ise (sözgelimi bankacı olmayı başarmış ise) aldığı maaşla hafta sonu eki gibi yaşamaya çalışan 'ne yapsan olmaz' beyaz yakalı çalışanlar da vardır elbet. Kast ettiğim, bu grubu hedef alan cılız, memlekete has kırılganlıklar taşıyan, genelde sol ve liberal sentezi diye ileri gelenlerince adı konmuş bir muhalefet biçimini benimseyenler değil. Onlara Radikal İki yetiyor; boş zamanlarında 'para kazanmak' ya da başka amaçlar için hafta sonu eklerinin estetiğini yeniden üretecek 'entelektüel' işlerle uğraşsalar da, onların yüzü Radikal İki. Zaten kendileri de, etkileri de o kadar. Benim kast ettiğim muhalifler sistem muhalifleri, kapitalizme karşı olanlar...
Mesela bu sistem muhalifleri, 'ne yenir, ne içilir' sayfalarını okurlar mı? Ben Radikal İki okumuyorum; yanlış anlaşılmasın, sadece kişisel bir tercih bu, bir aşağılama ya da yok sayma değil (hem benim ne haddime değil mi?:); aksine, o eğilimdekiler için Doğan grubu şemsiyesinde yapılabilecek oldukça anlamlı bir iş. Tabii Radikal İki yerine, eğer zamanım varsa diğerlerini (ne okunur, ne giyilir, neresi gezilir kısmını değil ama 'ne yenilir, ne içilir' sayfalarını) okuduğum da malum olmuştur: Dixi et salvavi, animam me am. Yani, söyledim ve ruhumu kurtardım.
İyi yemek, pahalı mekan
Bu sayfaların basit bir mantığı var. Ne kadar çok paranız varsa o kadar iyi 'yersiniz', 'içersiniz', 'gezersiniz', 'okursunuz' ve hatta 'sevişirsiniz'. Gerçekte bu, Roma'dan beri yaygın bir fikir. Daha öncesi de vardır elbet, ama Romalı zenginler, yerler, içerler ve sevişirlerdi. Bu onların yaşama değer katma biçimiydi. Egemenlerin egemen olmalarını sağlayan sınıflı toplumsal ilişkilerin maddi temelini oluşturduğu bu fikir yolu ile, zenginliğin ölçüsü para, yüzyıllar boyunca güzelleştirildi.
Neyse, mevzumuz yemek ya, bahse konu sayfalarda mantık şu: ne kadar pahalı bir mekana (restorana: artık malum ya, 'lokanta' denmiyor) giderseniz, ağız tadınız o kadar şenlenir. Her şeyde olduğu gibi yemek meselesinde de bizde Batı kerteriz alındığından, Özalizmin açtığı viski kebap kültürü kolundan arada sızmalar olsa da, her hafta bir yabancı mutfakla bir gazetenin değilse diğer gazetenin ekinde tanışmanız olası. Yüksek oranda.
Bir de 'Emine Beder' ekolü var. Hepsinde değil bazı gazetelerde. O bazı gazetelerin işletme müdürlerinin hakkını yemeyelim. Annenizin mutfağı gibi bir şey. Ama 'yemek kültürü' ile ilgili değil de, 'yeni gelin' olacaklara yemek yapmayı öğretmekle ilgili imiş izlenimi veren (bu yüzden cinsiyetçi) ve yemeği hayatı estetize etme biçimlerinden biri olarak kurgulamaktan uzak 'yemek köşeleri' bunlar. Ben şöyle anlıyorum, işte annenizin mutfağı da bu kadar olur!
Devrimci bir aşkın kişi midir?
Böyle bir ara bahse ihtiyaç var: Kapitalizme karşı mücadele edenlerin, peygamberimsi aşkınlıklar peşinde koşan insanlar olmadıkları ya da olmaları gerekmediği herhalde ayrıca tartışmayı gerektirmeyecek bir bedahattir. Ancak, koşullar bazen aralarından birilerini, ölüm bir tercih olarak karşısına çıktığında onu seçmek gibi son derece insani bir davranışı tercihe zorlar. Burjuva aklı bu tür durumları insanlık içinde düşünmeye yatkın olmadığından ve egemen kültür burjuva aklı üzerine kurulduğundan, çoğu kez, ölümü seçenler toplumda aşkınlaştırılır. Daha doğru bir deyişle aşkın bir görünüş edinir.
Benim bildiğim, evet, devrimciler, gerçekte paranın estetize ettiği (ve parayı estetize eden) güzellikle ilgilenmezler, ama 'toplumsal hayatın estetize edilmesi' bakımından, 'insani olan hiçbir şeye yabancı değillerdir.' Kapitalizm karşıtı yayınlarda, muhalifler (sınıf bilinçli emekçiler de içinde), hayatı sadece okuyup, müzik dinlemekten ibaret varlıklardan ibaret imiş gibi bir egemen tutum var. Hatta birinde, yayının çizgisinde olduğu siyasi partinin ileri geleni, gençlere 'ne okunur, ne dinlenir' öğütleri veriyor. Mesela bu da çok absürd. Edebiyat ve müzik eleştirisi varken, bu öğütler absürddür, maalesef. Ama o haftalık yayında niyeyse, 'ne yenilir, ne içilir' öğüdü yok. Mantık çok açık değil mi?
Ben derdimi yazayım: hayat, bir bütün olarak estetize edilebilir. Muhalefet, hayatı bir bütün olarak estetize etmeyi başaramadığı müddetçe, siyasal bir makineye karşı mücadele eden siyasal makine olmaktan öteye geçemez. Evet siyaset, başat olandır (yani, siyasetin merkezi bir yeri vardır); ama uzun soluklu bir mücadelenin parçası olacak insan tekini, hiçbir yüce siyaset gerçek hayat dışında kuşatamaz.
Bu uzun bir bahis, hak ettiğinden çok daha kısa kestiğimizin de farkındayım.
Yemek sayfası
Sanılmasın ki, sözünü ettiğimiz şey, 'sol eğilimli günlük gazeteler de yemek sayfası yapsın' gibi bir önermeyle karikatürleştirilebilecek bir sorundur. Sözünü ettiğimiz şey, ideolojik ve kültürel mücadeledir. Onların diliyle 'iyi' yemenin, 'iyi' içmenin ölçüsü para değilse hakikatte; bizim dilimizle hayatın 'para'ya bağımlı olmadan da estetize edilebileceğine ilişkin hegemonik bir fikre ve bu fikrin yeşerebileceği muhalif yaşam alanlarına ihtiyaç duyduğumuz gerçeğidir, sorun.
Daha açık deyişle, 'iyi yeme' kavramının içeriğine ilişkin bir mücadele tasavvur edebilmesi gerekir muhalefetin. Eğer bunu yapmanın yolu, içinde yemek hakkında da konuşulan bir kültürel eleştiri sayfası ise, valla bu, bize göre, karikatür de değildir. Sanırım anlamakta güçlük çektiğimiz şey, 'başka bir dünya'yı egemen kültürün 'iyi'leri ötesinde düşünmenin basit bir ütopyacılıktan daha somut bir kültürel mücadele düzeyi yarattığıdır.
Maddi Olan
Maddeci bir analizle, kapitalizm bir bütünlük olarak ele alındığında, ulaşılması zor olan beslenme kaynaklarını 'iyi olan' diye tasnifleyen bir sofra kültürüne karşı hakikaten nasıl mücadele edilebileceği, cevabı kolay bir soru değil.
Yine de imkansız değil gibi geliyor bana. Sonuçta, Tuğrul Şavkay'ın, Ali Rıza Kardüz'ün yaptığı gerçekte mekan aracılığıdır. Bir ara Serdar Turgut, meseleyi 'ağız tadı'nın göreceliği bilgisine sahip olduğundan 'yeme kültürü' düzeyinde ele almayı ve mekan aracılığını 'entelektüel' donanıma kavuşturmayı 'Mr.Gurme' köşesiyle denediyse de, pek makbul bulunmadığı gibi çoğu kez de yazı çıksın hesabına çala kalem yazılar yazdı. Diğerleri de, hatta, meseleye vakıf olma bakımından hakkını yemek istemem ama 'Şişedeki Balık' Mehmet Yalçın bile reklamcılıktan öteye geçmiyor ya da geçemiyorlar.
Demek ki, aslında bize önerdikleri, 'iyi yemek' ya da 'iyi içki' değil, pahalı mekan ve pahalı içki.
Kültürel kaynak
Grundrisse'de Marx, insanlık tarihinin bütün bir doğanın insan tarafından temellük edilmesinin tarihi olduğunu yazar. Aslında kültürel kaynak, bu maddi temeldir. Doğa pirinç sunmuşsa pirinçle, buğday sunmuşsa buğdayla, balık sunmuşla balıkla vd.vd. beslenmeyi doğayı buna göre dönüştürüp öğrenen insanoğlu, daha sonra bunu estetikleştirdi. Sofra kültürü dediğimiz şey bu. Toplumsal ilişkilerin (örneğin işbölümü, sınıfsal bölünmeler vd.) belirleyici olduğu bir maddi ilişki mutfak.
Temel sorun sınıfsal bölünmeden doğuyor. Toplumsal zenginlik bir azınlığın elinde biriktikçe, bu azınlık mutfak maddi ilişkisini de dönüştürüyor. Gırtlak ve ağız, bir zevk aracı olarak düşünülmeye başlandığından mutfağın ürünleri çeşitleniyor. O yüzden saray mutfağının ürünlerinin, köylü kulübelerinin mutfağından doğsa da kaynağından farklılaştığını ve esas olarak 'ağız tadı'nı egemenlerin belirlediğini maddi olarak inkar etmek olanak dışı. Başarısız oldukları da söylenemez.
Fakat bu, bağımlı sınıfların bir 'ağız tadı' olmadığı, kendi mutfaklarını dönüştürmediği anlamına gelmiyor. Aksine egemenlerin mutfaklarının kaynağı hep bağımlı sınıflar olmuştur. Çünkü, mutfağın hammaddesini üreten köylülük, ürünüyle doğrudan bir ilişki kurar ve ondan nasıl faydalanacağını da öğrenir.
Kapitalizm
Kapitalizm iki modern kentli sınıfı ortaya çıkararak, 'ağız tadı' hakkındaki egemen sınıf bilgisinin kent mutfağına girmesinin yolunu açtığı gibi, bağımlı sınıfların basitlik üzerine kurulu yeme alışkanlıklarını toplumsal zenginlikten sınıf mücadeleleri içinde aldıkları payı arttırmaları oranında çeşitlendirmelerini sağladı.
Özellikle yirminci yüzyıl, bağımlı sınıf ile egemen sınıf arasındaki kültürel farkların görece de olsa ulus şemsiyesi altında silikleşmesine, köylülüğe ya da yerele ait olanın ulus sınırları içinde kentlileştirilmesine, mutfağın endüstriyel ürünlere bağlanması oranında sınıfsal farklılaşmanın, mutfaktan ziyade, yeme kültürünün ev dışına taşınması yoluyla muhafaza edilmesine dair gelişmelere yol açtı. Sonuç şu, aslında üç kuruşa da mal edebileceğiniz bir yemeği, bin kuruşa bilmem ne restoranında yerseniz daha çok lezzet alacağınız şeklinde bir tüketim kültürü egemen hale dönüştürüldü.
Soru
Benim meşgul olduğum soru şu: Acaba, bu tüketim kültürüne karşı mücadelede, devraldığımız mirası eşitlikçi bir maddi toplumsal ilişkiye dayanan alternatif yeme alışkanlıkları ile değiştirilebileceğimize dair bir bilgi ve deneyimin rolü olabilir mi? Eşitlikçi olmayan bir toplumsal ilişki biçiminde sorun maddidir; basitçe, paraya tahvil edilmiş bir çözüm üretilmiştir. Mutfağa ayıracağı 'hane bütçesi' ile sınırları çizilmiş bir alanda aslında çoğunluğun yapmaya çalıştığı şey 'açlık'la mücadeleden ibarettir.
Fakat burada dikkatimizden kaçmaması gereken, kişisel tecrübelerimizin aslında aksini ispat edecek bir dizi ipucu taşıdığıdır. Mesela, sardalyayı asma yaprağına sarıp mangala attığınızda elde ettiğiniz şey, oldukça 'ucuz'dur (McDonald's'tan da ucuz) ve eğer bunu eş dost içinde muhabbetle yapıyorsanız, tecrübe edenler vardır, tabi rakı da olacak, sonuç mükemmele yakındır.
Yapmaya çalıştığımız şey, maddi koşulları görmezden gelerek bağımlı sınıfların hayatlarını estetize etmede gösterdiği zafiyetten dem vurmak değil elbette; bunun çok 'acemice' ve 'itici' bir beyaz Türk muhalifliği olacağı muhakkak. Fakat, bağımlı sınıfların McDonald's kültürüne teslim edilmesi ve bunun maddi bir zorunluluk olduğundan bahisle sorundan kaçılması aynı ölçüde 'acemice' değil mi? Üstelik, söz konusu olan sınıf bilinçli siyasi elit olduğunda, yaşamın bambaşka bir şekilde aktığı herkese malumken?
Elit kavramını kullanmak istemeyiz ama kendi yaşamlarını estetize ediş biçimlerini adlarına siyaset yaptıkları çoğunluktan gizleyen ya da amacı gizlemek olmasa bile nesnel olarak görünür kılmayan bir grupsa sözü edilen, burjuva sosyolojisinin bu pek sevimsiz kavramı bir şekilde içerik edinmiyor mu? Daha da önemlisi, bu grup içindeki insan tekleri 'har vurup harman savurmadıklarına' göre, yeme içme sayfalarının 'iyi' dediğine objektif bir alternatif oluşturmuyorlar mı? Çıkardığımız sonuç şu; nazik bir mesele ama çıkışsız da değil.
Tuzda tavuk
Marx, kapitalizmin komünizm için gerekli maddi koşulları oluşturacağını yazar. Bu şu demektir, insanlık ya sınıflı toplumsal ilişkiler içinde yaşamaya devam edecek, ya da maddi koşulları olgunlaşmış olan sınıfsız bir toplumsal ilişki biçimini kendi mücadelesi ile kuracaktır.
Bunun 'temel gereksinimlerden olan' yemek bahsi için anlamı basitçe şu: Gerçekte, bazılarının açlığı pahasına tüketilen 'lüks' yemeklerin ya da 'şarapların' vd.vd. 'ağız tadımıza' katacağı bir şey yok, sadece kölesi oldukları sermayenin birikimine manivela olan burjuva insan tekleri bu yalana mahkumlar, o kadar.
Muhalifler için ise birinci anlamı şu: hasbelkader temel ihtiyaçlarınızı karşılıyorsanız eğer, onların estetize ettiği hayatın sizin hayatınızdan daha iyi olduğu, sadece ideolojik ve kültürel bir yutturmacadır. Ama bunu anlamak için bağımlı sınıflara daha yakın durmak, hayatı onlarla birlikte estetize edebilecek bir kültürel olgunluğa erişebilmek gerekir. Üstelik içinde yaşadığımız eşitsizlikçi maddi toplumsal ilişkiler içinde bu, gündelik, basit ama hayatlarımıza ilişkin mücadele alanı açar. Mehmet Yalçın'a sorun isterseniz, Buzbağ, 'iyi' şaraptır ve eşdeğer kalitedeki özel şarapların üçte biri fiyatınadır. Ya da Tuğrul Şavkay'a sorun, tuzda tavuk mu, viski soslu kuzu budu mu daha iyidir?
Muhalifler için ikinci anlam, halkla ilgilidir; evet, sınıfsal eşitsizlikler, 'açlık' gibi nesnel bir toplumsal sorun yaratmışken yemek, içmek hakkında konuşmak biraz 'ayıp'tır; fakat mesele, bu halde açık ki yemek değil, kapitalizmdir. Başka bir deyişle, burada 'ayıp' kapitalizmindir.
Muhalifler için üçüncü anlam, konuşulan konunun da bir kültürel mücadele alanı olmasıdır, aksi halde, günün birinde şu ya da bu şekilde türeyecek ya da toplumsal olarak gerekli en az bürokrasi ya da teknokrasinin 'ağız tadı'nın 'sosyalist' toplumun başına bela olması pek ama pek muhtemeldir. Bu yüzden, mesela, birilerinin tuzda tavuğun değme 'lezzet' olduğunu anlatması gerekir, ne kadar saçma gelse de!
Ama belki de en iyisi, 'milletin ağız tadından bize ne?' demek ve bu yazıyı hiç yazmamış olmaktır. Bildiğimiz gibi 'açlık'tan söz etmek ve 'kapitalizmi lanetlemektir'. İtiraf edeyim, bunu aslında tam olarak bilmiyorum. Öyle ise eğer, bu yazıyı yazdığımı inkar ederim olur, biter. Herkesin 'ağız tadı' da kendine kalır. Biz de zaten kapitalizme karşı mücadele ediyoruz işte... (SE/EK)