Ilısu Barajı'nın yapılması planlanan Hasankeyf'e sadakatimizi bildirmek için otobüslerle yola çıkıyoruz. Doğa Derneği ve Atlas dergisinden 150 kişiyle çıktığımız yolculuğumuzun ilk durağı Tuz Gölü oluyor.
Burayı ilk gördüğünüzde dev bir bulutun yeryüzüne indiğine inanıyorsunuz. Beyaz bir hafiflik içinde sert irili ufaklı tuz parçaları üzerinde yalınayak yürürken, doğayı müziğiyle korumaya yeminli Son Irmak Orkestrası da son hazırlıklarını yapıyor. Birazdan "Tuz Gölü'ne Sadakat" yazısı tuzların üzerine yerleştiriliyor. Ardından keman, klarnet, çello, kontrbasın sesi bir araya geliyor.
Konserin ardından Doğa Derneği Başkanı Güven Eken (hani Allianoi'nin kumlarla dolmasını önlemek için kendini sütunlara zincirleyen), anlatıyor:
"Buranın eskiden Akdeniz ile bağlantısı vardı. Ama daha sonra çarpışmalar yaşanıyor. Yerin altındaki kaya parçaları yükseliyor, deniz parçalanıyor. Burası da bu parçalanmalar sonucu kapalı bir havza haline geliyor. Burası tamamen kapalı bir kutu gibi. Zaten böyle olduğu için su buharlaşıyor ama tuz buharlaşamıyor, nem içeride kalıyor ve Tuz Gölü oluşuyor."
"Tuz gölünün bütün tuz rezervleri özelleştirildi" diyen Eken, burada oluşumuzun nedenini de söylüyor sanki: "Ekolojik olarak bu göl yok oldu artık..."
Daha sonra otobüslere binerek Halfeti'ye doğru yola çıktık. Yol boyunca keman ve klarnet sesleri de bize eşlik etti. "Hasankeyf Yok Olmasın" kampanyasının sembolü haline gelen evi Dicle olan "Kaplumbağa Rafet"in yaratıcısı Aydan Çelik, Rafet'in gerçek adını söylüyor: "Rafetus euphraticus." Doğa Derneği'nden Yücel Sönmez de bu şirin çizime karşın Rafet'in aslında o kocaman burnuyla nasıl avlandığını anlatıyor. Aralarda verilen molalar ile uyku birbirine karışıyor. Akşam saatlerinde Halfeti'ye varıyoruz.
Biraz gezmek için sokaklara atıyoruz kendimizi. Barajın sular altında bıraktığı, yalnızca sonbaharda ve ilkbaharda gün yüzüne çıkan "siyah gül"ün memleketi Halfeti'de dubalardan yapılmış restoranlarda yöreye özgü haşhaş kebabı yiyoruz. Daha sonra uyku tulumlarımızı, çantalarımızı alıp "Dam Palas" dediğimiz, Kaymakamlığın misafirhanesinin damına kuruluyoruz. Gökyüzünü dolduran yıldızların altında uyuyakalıyoruz.
Sabah olduğunda geceden tanıştığımız Mehmet Kaptan'ın teknesiyle önce Rum Kale'ye (şimdiki adı nedense Altın Kale olarak değiştirilmiş) gidiyor, ardından da batık köyü görüyoruz. Mehmet Kaptan sadece kaptan değil aynı zamanda batık köyde çekilen Eşkıya filminin de oyuncularından. Filmde geçen "Ölülerimiz bile hep sular altında kaldı"nın ne demek olduğunu o zaman anlıyoruz. Mezarlıkların tümü de sular altında... Mehmet Kaptan, seyir halindeyken birdenbire bize "Herkes iki dakika sussun, doğayla baş başa kalsın" diye çıkışıyor. Metropolde büyüyen bizler için doğayla baş başa kalmak pek kolay olmuyor. Daha sonra bize "Siyah Gül" adlı şiirini okuyor.
Tekne dönüşünde iskelenin bağlandığı yerin bir zamanlar o ilçenin meydanı olduğunu, sağda yarısı suya batmış camiye gidildiğini aklımızda canlandırmaya çalışıyor, bunu yaparken tepeleri görünen telefon direkleri de bize yardım ediyor. İskeleye vardığımızda ağaçlardan aşırdığımız incirlerin yanında her türlü meyve bizi kahvaltı sofrasında karşılıyor.Kahvaltının ardından Son Irmak Orkestrası burada da bir konser veriyor ve Hasankeyf'e doğru yola çıkıyoruz.
Yol boyunca rehberlerimizden Tuğba Kılıç, bize geçtiğimiz topraklardaki bitki örtüsünü anlatıyor. Daha önce fark etmediğimiz ya da çalı deyip geçtiğimiz her şeye daha dikkatli bakıyoruz. Siverek'te mola veriyoruz ve keçi sütünden yapılmış dondurmanın, bal ve kaymağın tadına varıyoruz. Yeniden Dicle'yi takip ederek yollara dökülüyoruz.
Hasankeyf'e geldiğimizde Dicle sularına bırakıyoruz kendimizi. Hasankeyf'in çocuklarından Osman'ın kuzusu bile bizden hızlı yüzüyor, Yasin denize girmek istemiyor, Hülya, Fatma, Leyla ve Zeynep çimlerin üzerinde süpürge yapıyor, ama geç kalmışlar, annelerinin kızmasından korkuyorlar. Kurulanmak için Has Bahçe'ye geçiyoruz, herkes çadırını kurmuş yatmaya hazırlanırken aklımıza bir kişinin ölümüyle sonuçlanan kaya parçasının düşmesi nedeniyle Hasankeyf Kalesi'nin ve şimdi insandan arındırılmış çardakların bulunduğu girişin yasaklandığı geliyor.
Barış, Cemil, Neslihan, Rıdvan, Sibel, Zühre ve ben yasağa doğru yola çıkıyoruz. Duvarlardan atlayarak "yasahlı" alana giriyoruz. Hatta Rıdvan yanına bağlama almayı bile akıl etmiş. Bizim "bin yıldızlı otel" dediğimiz bir yere dönüşüyor ıssız çardaklar. Sabaha kadar okunan türküler, Dicle'ye, 15 bin yıllık Hasankeyf'in mağara duvarlarına çarpıyor. Sabah 05.00'te uyanmamız gerekiyor. Çünkü sular altında bırakılması planlanan Hasankeyf'te Kültür Bakanlığının bütçe ayırarak! restorasyonunu yaptığı yapıları göreceğiz. El Rızk Cami, yalnızca kadınların gittiği Kızlar cami, medreseler, külliyeler, hamamlar, darphane...
Ayrılma zamanı geldiğinde bazen insan olmaktan utanarak bazen de aklımızda görüntüsü kalsın diye daha dikkatli daha çok bakıyoruz Hasankeyf'e. Biz döndüğümüzde bir sanatçı "burnunu sokmuş"tu, bizim gezidekiler eyleme katılmıştı. Hepsi çok ayıp etmişti.(BT)