*Görsel betimleme: Fotoğrafta tütün bitkileri yer almaktadır. Bitkilerin geniş, yeşil yaprakları var.
Bugün çoğunlukla bildiğimiz anlamıyla masalarımıza, sohbetlerimize eşlikçi “keyif verici madde”. Aslında kırılan, dizilen, kuruyan, işlenen, harmanlanan, sarılan hatta kolonyası bile olan bir bitki, tütün.
Hasbelkader yolu tütünle kesişmiş biri olarak bitkinin yetişmesini çocukluğumdan hatırlıyorum, kadınların emeğini, tütüne yevmiyeli olarak gidenleri, büyüdüğüm yerdeki tarım arazilerine ekilen tütünleri. Sonradan öğreniyorum Cibali Tütün Fabrikasını, tekelleşmeyi, kota uygulamalarını, Tekel direnişini, tütün etrafında örülen ekonomi politiği.
Bir kadın var ki tütünün içine doğmuş, göç etmiş yine yolu tütünle birleşmiş. Anne babasının ektiği bir bitki olan tütün hayatını şekillendiren, onu işçileştiren, örgütlenmesini sağlayan sendikal mücadele pratiğinin merkezi olmuş, Tütün Sendikasını kurmuş Zehra Kosova. Hayatı tütünle birlikte şekillenmiş. Uğruna cezaevinde kalmış, dahası 35 bin tütün işçisini avucunun içi gibi bilmiş (Karaca, 2017 s. 204.) Yalnızca fotoğrafları değil, hayatlarını bilmiş. Örgütlenmiş, örgütlemiş, ilk kadın sendikacılardan biri olmuş. Kırılmış ama mücadeleye ve tütüne sarılmış dönemin erkek egemen işçi hareketine, sendikacılığına meydan okumuş. Zehra Kosova tüm bunlar birlikte hatırlanması, sıkça anılması gereken bir figür.
Zehra Kosova’nın anısını yaşatmak ve ücretli ücretsiz kadın emeğini görünür kılmak amacıyla Kadınİşçi tarafından geçen yıl Zehra Kosova Sempozyumu düzenlenmişti. Onun hayatı gibi kadın emeğinin farklı veçheleri konuşuldu, tartışıldı. Şimdi de Emeğin Kadın Halleri ismiyle Feryal Saygılıgil ve Necla Akgökçe editörlüğünde kitaplaştı. Emek çalışmalarına akademik ilginin azlığı (s.18) kadın emeği söz konusu olduğunda daha da ufalıyor. Kitap bu anlamda bir umut vadediyor. Kadın emeği meselesini salt akademik bir ilgi ya da sendikaların alanı olmasından çıkarıp öznelerle kadın işçilerle, konuyla ilgilenen kadınlarla, feministlerle birlikte tartışmaya açıyor. Bu sayede bilginin tekelleşmediği, üstten değil içeriden, sade, anlaşılır bir dil ve yöntem sunuyor. Tıpkı Kosova’nın yaşamı gibi.
Kosova ilk tutuklamasını kadın işçilerin yetmiş kuruş olan yevmiyelerini seksen kuruşa çıkması için yapılan grevde yaşar. “Erkekler ne alıyorsa biz de onu alacağız” (Karaca, 2017 s.197) diyen kadınlarla birlikte mücadele eder. Olayları sezgileriyle ve yaşadıklarıyla kavramaya çalışır giderek politikleşir. İşçileri örgütler, eğitim kamplarına katılır, tüm tütün işçileri tarafından tanınır, o da tütün işçilerinin avucunun içi gibi bilir, işyeri temsilciliği yapar, Türkiye’de sendikal faaliyetlerinde ilk kadınlardan biri olur (Karaca, 2017). Ona armağan kitabı olan Emeğin Kadın Halleri o günden bugüne ve hatta daha da geçmişe kadınların emek mücadelesini görünür kılma çabasının ürünü. Çünkü bugün hala “acaba ben makinanın kurulmuş bir parçası haline mi geldim?” (s.50) diyen “kadınlar sendikalara rağmen sendikalaşmakta” (s.28). Kadınlar ücret eşitsizliğine, mobbinge karşı mücadele ederken hem evde hem de işyerinde “ek gelir” değil, işçiyiz, işçiliğimizle buradayız diyorlar.
Deprem, tekstil, dokumacılık, fabrika, ev içi, bakım yükü… tüm bu konular ücretli ücretsiz kadın emeği bağlamında tartışmaya açılıyor. Tekstilde çalışan kadınlardan (s.55) şifacı kadınlara (s.285) kadar kadın emeğinin farklı veçheleri bir araya geliyor kitapta. “İş gibi ama değil” (s. 299) denilerek esnek çalışma ile kadın emeğinin kalkınma süreçlerinde kaldıraç olarak kullanılması eleştiriliyor. Depremin kadınların yaşamında yaratmış olduğu enkazı, kadın emeğinin yeni biçimlerini tanıklıklar üzerinden anlatılıyor (s. 214).
Tarihte kadın emeğinin izlerini sürmek ayrı bir çaba gerektirdiği malum. Ücretli kadın emeğinin izini sürmek ise, iğneyle kuyu kazmak. Mahkeme tutanakları, dilekçeler, hane halkı gelirini gösteren temettuat defterleri merceğe alındığında çiftliklerdeki kadın emeği gün yüzüne çıkıyor (s. 146). Diğer taraftan Osmanlı’nın son döneminde halı dokuma işçisi kadınların makine kırma eylemleri (s. 171) ise tarihteki kadın örgütlenmesini gün yüzüne çıkarıyor. Kitabın kadın işçi tarihi bölümü arşivlerde kadın emeğinin izini sürmenin mümkün olduğunu, bu tarihin kadınlar tarafından ve kadınlar sayesinde yazılabileceğini bir kez daha gösteriyor.
Belirsizlik kadın emeği denilince ilk akla gelen kavramlardan belki de: gelirin ne kadar olacağının belirsizliği, çalışma saatinin belirsizliği, ev işinin belirsizliği, çocuğun uyanma saatini belirsizliği ve daha nicesi. Bu belirsizlik ve güvencesizliğin görünür olmasında sanatın etkisini merkeze alan bir bölüm de var kitapta. Fabrika ya da atölye seslerini yani işe karışan sesleri (s. 117), kulakları sağır ederek zihni bulanıklaştıran uğultunun çarpıcı etkisini yüzümüze çarpıyor. Bunun yanı sıra iş şarkılarını başka türlü okuyoruz ninnilerle arasındaki bağı “annelerin iş şarkılarını” (s.91), kadınların ücretli ücretsiz emek ile yoğrulmuş, iç içe geçmiş hallerini. Tüm bunların “yutkunma” (s.131) refleksi, kadınların söyleyemedikleri, dile getiremedikleri, yutmak zorunda kaldıkları, yaraları ile nasıl da birleşiverdiğini görüyoruz. Kosova’nın da iç yarası var: Ayten (Karaca, 2017 s. 200). Moskova’da eğitim aldığı sırada dünyaya gelen ve orada bırakmak zorunda kaldığı, sonrasında ne kadar çabalasa da bir daha ulaşamadığı kızı. Kitaptaki sanat ve kültür bölümü bu anlamda kadınların ortak yaralarının emek konusu ile hemhal olduğu bölüm.
Kavala’dan göç eden Kosova’nın hayatına teğelli kitaptaki bir başka başlık ise, göçmen kadın emeği bölümü. Türkiye’den Almanya’ya göç eden kadınların yaşadıkları sorunlardan (s. 226), Türkiye’deki Suriyeli kadınların iş bulmadaki zorluklara (s.269), Filipinli kadınların ücretli bakım emeğine kadar uzanıyor bölüm. Tarihin hangi döneminde dünyanın neresinde olursa olsun göçmenliğin sistematik bir sömürü biçimi olduğu görülüyor. Göçmenlik ve kadın emeği arasındaki ilişkinin farklı gruplardaki ortaklıkların ortaya çıktığı bölüm Kosova’nın hayatına da dokunuyor.
Kitaptaki başka bir bölüm ise kadın işçi deneyimlerinin paylaşıldığı kısım. Kitabın başat bölümü olarak da nitelendirilebilir. Kadınların direnişlerde kadın olmaktan kaynaklı yaşadıkları sıkıntılar, işverenin işyeri temsilcisi kadınların daha çok üzerine gitmesi, mobbing uygulaması deneyimler ekseninde anlatılıyor. Tüm baskılara karşın toplu sözleşmeye kreş hakkı gibi sendikal haklar kazanan kadınların mücadele deneyimlerini okuyoruz (s.197). Çocuk işçilikten bugüne kendi süreçlerini, Zehra Kosova ile nasıl tanıştıklarını hayatlarına nasıl dokunduğu da paylaşılıyor (s.201). “Bilimsel bilginin” üretimine dair feminist bir yanıt niteliğindeki bölümde kadınların işçileşme hikayelerini kendi kalemlerinden okuyoruz. “Araştırma nesnesi” haline gelmeden, araştırma alanına mesafelenmeden tam da orada birlikte, hemdert olarak konuşarak, birlikte düşünerek tartışarak, üreterek, yan yana gelerek. Feminist politika biraz da böyle bir hemhallik değil mi zaten?
Emeğin Kadın Halleri, Kadınİşçi Zehra Kosova Anısına, Dipnot Yayınları, 2024
Katkıda Bulunanlar: Bahar Gök, Begüm Acar, Betül Kocaaslan, Çisel Karacebe, Esra Kasap, Fikriye Sarıgül, Özlem Akkaya, Merve Çeltikçi, Nur Üstündağ, Saniye Evren, Semiha Arı, Semra Türkmen, Sezen Yılmaz, Şahika Hancı, Yıldız Öztürk, Zeynep Uçar.
Sevda Karaca, Kadınlar Hep Vardı, Türkiye Solunda Kadın Portreleri. Dipnot Yayınları, 2017.
(SÖ/AS)