Yargıtay 4.Hukuk Dairesi kamuoyunda bilinen bir manevi tazminat davasını karara bağlarken, "ceza yargılaması" ve "tutuklama kararı" hakkındaki ilkeleri üç cümlede şöyle belirtti:
"Ceza yargılamasının tutuksuz yapılması asıldır. Koruma tedbiri anlamında tutuklama ise, istisnai bir nitelik taşımaktadır. İstisnanın, kural haline dönüştürülmesi; masumiyet karinesi ve adil yargılanma hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır."
Davanın konusu Ergenekon (2) olarak bilinen davada "tutuklu" sanık Mehmet Haberal'ın 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görevli iki hakim hakkında açtığı manevi tazminat isteğidir.
Davacı Mehmet Haberal 13 Nisan 2009 tarihinde gözaltına alındığını ve 17 Nisan 2009 günü tutuklandığını; aynı gün kalp spazmı geçirdiğini ve hayati tehlikesinin varlığının doktor raporları ile belirlendiğini ileri sürerek tutuklama kararına karşı tahliye isteminde bulunur. Ağır Ceza Mahkemesi nöbetçi hâkimliği tarafından istemi reddedilir. Bu karara karşı itiraz eder. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi 1 Haziran 2009 günlü kararı ile tutukluluğa itirazı reddeder.
M.Haberal "...bu karara, mahkeme başkanının muhalif kaldığını ve tahliye yönünde görüş bildirdiğini; dünya çapında tanınmış bir bilim adamı olduğunu; kaçma veya delilleri karartma şüphesinin bulunmadığını; sağlık sorunlarının ciddi düzeyde olduğunun resmi raporlar ile belirlendiğini; benzer konumda bulunan bazı sanıkların ise sağlık gerekçeleriyle tahliye istemlerinin kabul edildiğini; tutuklama koşullarının bulunmamasına rağmen itirazın reddedilmesinin yasanın açık ve kesin hükmüne aykırılık oluşturduğunu" ileri sürerek kararı veren iki hakimin "sorumlu" olduklarını ileri sürerek, her birinden ayrı ayrı 20.000,00 TL manevi tazminatın hükmen tahsiline karar verilmesini talep eder.
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi Esas No: 2009/116, Karar No: 2010/111 ve 8 Haziran 2010 tarihli kararı ile hâkimleri "sorumlu" görerek her birinin 1.500,00 TL manevi tazminat ödemesine karar vermiştir.
Karar gerekçesinde, Ceza Muhakemesi Kanunu'nun (CMK) Dördüncü Kısmı'nda: "Koruma Tedbirleri" düzenlenmiş olan Yasa'nın 100. ve devamı maddelerindeki "tutuklamaya" ilişkin hükümlere yer değinerek tutuklama kararı için; kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olgular ve bir tutuklama nedeninin bulunması gerektiğini belirtmektedir.
Yargıtay 4.Hukuk Dairesine göre; tutuklama nedeni olarak ise; şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olguların varlığı; şüpheli veya sanığın, delilleri yok etmesi, gizlemesi veya değiştirmesi yahut tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı oluşturması girişiminde bulunması biçiminde düzenlenmiştir.
CMK'nun 100. maddesinin 3. bendinde, "katalog suçlar" olarak nitelendirilen ve sayma yolu ile gösterilen suçlar bakımından ise, tutuklama nedeninin var sayılabileceği belirtilmiştir. Bu durumda dahi, tutuklama kararı verilebilmesi hâkimin takdirinde olup; tutuklama mecburiyetinden söz edilemez. Yasa'da, "var sayılabilir" denilmek suretiyle tutuklamanın ihtiyariliği ilkesi ifade edilmiş bulunmaktadır. Diğer yandan; tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya tahliye isteminin reddine ilişkin kararlarda, hukuki veya fiili nedenler ile gerekçelerinin gösterilmesi gerekir.
Kararda, Anayasa'nın 90/4. maddesi ile, usulüne uygun olarak yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklerin düzenlendiği milletlerarası antlaşmaların kanun hükmünde olduğu ve uyuşmazlıklarda gözetilmesi gerektiği kuralına yer verilmiştir. Yargıtay, Anayasa'daki "Yaşama Hakkı", "Kişi Hürriyeti ve Güvenliği" ilkelerine değinmiş, Anayasa'nın 38. maddesinde ise "Masumiyet Karinesi"nin insan haklarına dayalı, demokratik bir rejimle yönetilen tüm ülkelerin hukuk sistemlerinde, uyulması gereken temel bir hak şeklinde ortaya çıktığını ve evrensel bir ilke olarak benimsendiğini belirtmektedir. Bir diğer önemli husus ise; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 5. maddesinde; CMK'nun 100. maddesinin 3. bendinde yer aldığı biçimde bir düzenlemenin olmaması ve salt suçun niteliği itibariyle (Katalog Suç) kaçma veya delilleri karartma şüphesinin varlığının, kabul edilmemiş bulunmasıdır. Yargıtay'a göre,
"...Dava konusu kararda, suç niteliğinin kaçma veya delilleri karartma şüphesinin gerekçesi yapılması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne uygun düşmemiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin, "Özgürlük ve Güvenlik Hakkı"na ilişkin 5. maddesi ve "Adil Yargılanma Hakkı"na ilişkin 6. maddesi ile ilgili olarak, AİHM kararlarında; asıl olanın, ceza yargılamasının tutuksuz yapılması olduğu; salt suçun niteliğinin, tutuklama veya tutukluğun devamı için yeterli sayılamayacağı ve masumiyet karinesinin göz önünde bulundurulması gerektiği; her olayda, tutuklama ve devamına ilişkin somut olguların gösterilmesi gerektiği ve kalıplaşmış ifadelerin yeterli sayılamayacağı; tutuklama dışında, başkaca koruma tedbiri imkânının olup olmadığının tartışılması gerektiği, belirtilmektedir."
Gerekçeli kararda, AİHM'nin Kalay / Türkiye (22.09.2005; 16779/02 sayılı), Özden Bilgin / Türkiye (14.06.2007; 8610/02 sayılı)kararlarına ve özellikle hâkimlerin hukuki sorumluluğuna ilişkin en önemli uluslararası metin olan ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul edilmiş bulunan Bangolar Yargı Etiği İlkeleri'ne atıf yapılmıştır.
Bu davanın içeriğine göre somut olayda; tutuklandıktan hemen sonra sağlık sorunları meydana gelen davacının "ani ölüm riski altında olduğu" ve sağlık sorunlarının, gözaltına alınması ile başlayan ve tutukluluğu ile devam eden süreçte meydana geldiğini belirten Daire; en azından, bu sürecin davacıda mevcut olabilecek rahatsızlıklara olumsuz etkide bulunduğu ve yaşamsal tehlike boyutuna ulaştığı sonucuna varmıştır.
Yargıtay gerekçesine göre,
"Şu durumda, ceza yargılaması bakımından koruma tedbirleri ile güdülen amaç ve yaşam hakkı arasında bir çatışma meydana gelmiştir. Bu durumun, yargılama makamları tarafından hassasiyetle değerlendirilmesi ve çatışan yararlar arasında öncelik düşüncesine dayalı bir denge kurulması gerekir. Herhalde, davacının tehdit altında olan yaşam hakkına rağmen; öngörülemeyen bir yargılama sürecinin sonuçlanmasını beklemesi gerektiği kabul edilemez. Çünkü yaşam hakkı; en kutsal ve birincil haktır. Davacının yaşam hakkının tehlikeye düşürülmesi, elinden alınması halinde; diğer tüm temel hak ve hürriyetlerin hiçbir değeri kalmayacaktır."
Yargıtay 4 Hukuk Dairesinin kararında yazılı ilkeyi tekrarlarsak; ceza yargılamasının tutuksuz yapılması asıldır. Koruma tedbiri anlamında tutuklama ise, istisnai bir nitelik taşımaktadır. İstisnanın, kural haline dönüştürülmesi; masumiyet karinesi ve adil yargılanma hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.
Ama aksine artık günümüzde "tutukluluk halinin" devamı kararlarıyla, ceza yargılamasının tutuksuz yapılmaması "asıl" olduğundan; demokratik hukuk devleti istisna, ihlali ise "kural" olmuştur. Hukuk yoluyla çözülmesi gereken asıl sorun budur zaten...
Yoksa artık kararları şöyle mi anlamalıyız? "Şüphelinin üzerine atılı suçun vasıf ve mahiyetine, aleyhine mevcut delil durumuna, tutuklulukta geçen süreye, iddia edilen suçun CMK'nin 100/3. maddesinde sayılan suçlardan bulunması..." nedeniyle demokratik hukuk devletinin "tutukluluk halinin devamına"... (Fİ/TK)