İki yılı aşkın süredir Suriye’de devam eden iç savaş, çok sayıda sivil Suriyelinin hayatını kaybetmesine neden oldu, binlerce gözleri yaşlı, yürekleri buruk Suriyeli; evini, mahallesini, yurdunu çoğu zaman yalnızca bir bavulla terk etmek zorunda kaldı. Bir kısmı sağ salim sınırlara ulaştı bir kısmı yollarda hayatını kaybetti. Zengin Suriyeliler yaşamlarını para ile satın alırken; mezhebi, etnik kökeni ne olursa olsun yoksulların payına yine ölümle burun buruna kanlı bir macera düştü.
Bugün bölgede bir türlü dinmek bilmeyen çatışma ortamı nedeniyle her an olağanüstü hal, her sokak tekinsiz, her çocuk silahların soğuk metali ve savaşan militer güçlerin gaddar ve vicdansız kıyımı ile yüz yüze. Türkiye başta olmak üzere Suriye ile ilgilenen devletler ise insani dramları sadece bölgedeki siyasal hedefleri için birer fon olarak kullanma eğiliminde. Asgari insani yaşama şartlarından uzak binlerce mültecinin hal-i pür melali, Suriye’deki iaşe sorunları, hem devletin askerlerinin hem de muhaliflerin uyguladığı şiddet, savaşan taraflardan birini tutma/kazanana oynama ve buradan geleceğe dönük rant elde etme hevesleri arasında silikleşiyor. O kadar çok siyasi hesaba, savaş senaryosuna boğulduk ki gözlerimizin önünde kaybolan yaşamlar için barıştan yana bir gelecek yaratma ihtimalini de savaş ile gerçekleşebilecek bir şey zannetmeye başladık. 2013 sonbaharında ertelenmiş gibi görünen Suriye’ye ABD mihmandarlığındaki müdahale “reel politik” gerekçelerle her an uygulamaya konabilir. Afganistan’a, Irak’a yapılan askeri müdahalelerin bilançosunun unutulmasına ne bizler ne de bölge hakları izin verecek.
Türkiye’deki iktidar çevreleri için Suriye meselenin birden çok boyutu var şüphesiz. Esad ile Erdoğan arasındaki “kardeşlik” ilişkisinin nasıl bozulduğu, iplerin neden koptuğu, mezhep siyasetinin ne denli açıklayıcı olduğu üzerine uzun uzun izahatta bulunmak bu yazının konusu değil zira bu minvalde ufuk açıcı birçok analiz yapıldı, yapılıyor. Beni ilgilendiren daha çok Suriye Kürdistan’ı –Rojava- üzerinden alevlenen tartışmalar. Türkiye’deki devlet diskuru ve iktidarın söylemi tıpkı daha önce Irak örneğinde tecrübe ettiğimiz ezberi tekrarlama peşinde. Türkiye’deki resmi duruşunda nicedir Esadsız Suriye’nin hedeflendiği aşikâr ama Suriye’nin “toprak bütünlüğü” bozulmamalı cümlesi de hemen bu “duruşa” kancalanıveriyor. Bir başka deyişle Türkiye’de iktidar ve bürokrasi çevreleri, Rojava’nın özerkliğini istemiyor. Rojava’daki demokratik özerklik çabalarını bir nevi tehdit olarak görüyor. Rojava an itibari ile Suriye’de adına “yönetim” diyebileceğimiz şeyin var olduğu tek bölge. Bu fiili durum, güllük gülistanlık bir hale karşılık gelmiyor elbette ancak inşa edilmesi için emek verilen bir süreç söz konusu. Kürtlerin yoğun olduğu bölgede Ermeni, Süryani ve Araplar da yaşıyor. PYD çok kimlikli bir Rojava’nın tüm Suriye için bir model olabileceğini uzun süredir savunuyor.
Suriye’deki iç savaş ortamında Rojava’daki geçici yönetim silahlı çatışmaları bölgeden uzak tutmak için epey çaba sarf etti. Ancak yakın zamanda bölgeden sürekli çatışma haberleri geliyor. El Nusra ile yaşanan çatışmaların bir nüfuz mücadelesi olduğuna dair haber ve yorumlara sıkça rastlamak mümkün. Türkiye’deki hükümetin bu olan bitene karşı takındığı tutumda ise tutarsızlıklar mevcut. Türkiye’nin Güney Kürdistan’a (resmi söylemde halen Kuzey Irak) -ki bugün ilişkiler pekiyi- dair izlediği siyasetteki gelgitlerin izlerini takip etmek, Rojova (Kuzey Suriye)’ya bakışın geleceğine ilişkin çıkarsamalarda bulunmak için bir referans noktası.
Bağımsızlık Savaşı günlerinden iç savaşa Güney Kürdistan’a bakış
Bu toprakların tarihinde Bağımsızlık Savaşı olarak adlandırılan dönemin motivasyon kaynağı ve tutkalı Türklük değil de İslamiyet’ti. Zira İttihatçılar zamanında başlatılan “milli bilinç” aşısı henüz tutmamıştı ve Anadolu coğrafyasında kitleleri harekete geçirmenin yegâne koşulu mücadeleyi “anasır-ı İslamiye’nin savaşı” olarak takdim etmekti. Coğrafyayı “vatan” tasavvuru içinde anlamlandırmak da Bağımsızlık Savaşında beraber mücadele eden Müslüman kitlenin yaşadığı yerleri temel almakla mümkündü.
Mustafa Kemal’in Mayıs 1920’de meclis kürsüsünden yaptığı meşhur konuşma bu çerçevede ilginç bir örnektir. Kemal kürsüden şöyle der:
“Efendiler meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz etmek isterim. Burada maksut olan ve Meclisi teşkil eden zevat yalnızca Türk değildir; Çerkez değildir; yalnız Kürt değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiye’dir; samimi bir mecmuadır… hudud-u millimiz İskenderun’un cenubundan geçer şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1989: 74, 75).”
Ateşkes yapıldığında ise mutasavver sınırın güney hattı farklıdır; içinde ne Musul ne de Kerkük vardır. Bilindiği üzere Lozan’da çözüme kavuşturulmayan Güney Kürdistan meselesi ki biz Musul Sorunu olarak biliriz- sonrasında Milletler Cemiyeti’ne gider. Sonuçta Musul çevresi Irak’a bırakılmak zorunda kalınır. Bu aslında Türkiye’nin hem “iç” siyasetinde hem de “dış” politikasında dönüm noktası niteliğindedir. Türkiye “hudud-u milli”nin yeni haline göre Türklük tanımını da Güney Kürdistan ile ilişkilerini de yeniden tanzim edecektir. Mecburen Irak’a bıraktığı toprakların Irak ile entegre olmasını Türkiye’nin güvenliği için bir şart olarak görme eğilimi o günlerde doğar. 1930’larla birlikte ülke içinde de Türk milliyetçiliği resmi ideolojinin ayrılmaz parçası haline gelecektir zaten. Böylece ülkede yaşayanları Türkleştirme, Türkleştirmediklerini ise gönderme operasyonları başlayacaktır. Kestirmesi güç, tarihi anlama çabaları içinde “ya şöyle olsaydı demek” de ancak fikir jimnastiği seviyesinde kalacak bir iş. Güney Kürdistan’lı bir Türkiye olsaydı başka bir tarih yazılacağını görmek mümkün.
Türkiye’nin “Irak’ın bütünlüğünü koruma” stratejisi 1946’da billurlaşır. Mahabat Kürt Cumhuriyeti girişiminin bastırılmasında Türkiye, İran ve Irak ile işbirliği yapar. Artık “dengeler” bellidir, bundan sonra ne Türkiye ne de Irak ve İran bölgede bir Kürdistan’ın kurulma fikrini kabul edecektir. 1980 sonbaharında başlayan Irak-İran savaşı bölgeyi ve tüm Ortadoğu’yu yeniden hareketlendirir. Türkiye savaşta uzun süre “tarafsız” konum almayı tercih eder zira bu hali ile savaşın neden olduğu ekonomiden faydalanabilecektir.
İran Irak Savaşı esnasında Irak Kürtlerinin bir kısmı bağımsızlık için tarihi bir fırsatın yakalanabileceğini düşünür. Irak’ta Kürtlerin stratejik üstünlük sağladığı 1986’da bu durumdan korkan Türkiye’deki kalem sahiplerinin “Musul’a girelim” yazılarının ardı arkası kesilmez. Benzer yorumlara daha sonra I. Körfez Savaşında da tesadüf ettik. Kerkük çevresinde yaşayan Türkmenler ise hem devletin hem de milliyetçi odakların üzerinden siyaset yapmak istediği bir grup olarak görüldü halen de öyle görülüyor.
PKK Faktörü
1980’lerin ortasından itibaren Türkiye’de artık bir PKK gerçeğinde vardı ve Türkiye’nin Güney Kürdistan siyaseti büyük ölçüde PKK’yı etkisizleştirme üzerine kurulmuştu. Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde Kürt liderlerle temasa geçme fikri hayat buldu; Özal, resmi söylemin katılığını aşacak siyasi reformları başlatmaya hazırdı, hatta federasyon fikri bile telaffuz edilmişti yine de onun Kürt liderlerle münasebet kurma amacı özünde PKK ile Güney Kürdistan arasındaki bağı koparmaya yönelikti. Bir başka deyişle yine stratejik bir zaviyeden kurgulanmıştı. 1994’ten itibaren ise KDP-KYP mücadelesi alevlendi. Türkiye KDP-KYP mücadelesine de PKK faktörü üzerinden yaklaştı. 1990’ların Türkiye’sinde iç savaş atmosferinin boğuculuğunda tüm insani hassasiyetler askıya alındı. Faili meçhuller, çeteler, skandallar, krizler eşliğinde bir türlü kendi dinamizmine bırakılmadı coğrafya. Türkiye “Kuzey” ile “Güney”in ilişkisini hep “güvenlik” perspektifinden değerlendirmeyi tercih etti. Diyalog fırsatları, siyasal mevzilenme planlarına heba edildi.
İkinci Körfez Savaşı sonrasında da Türkiye “Irak’ın toprak bütünlüğü kırmızı çizgimizdir” kalıbını uzunca bir süre tekrarladı. “Batı Türkiye’yi bölme için Kürdistan’ı kuracak” iddiası Batı ile aşk-nefret ilişkisi yaşayan bürokratları da siyasetçileri de kalem sahiplerinin bir kısmını da uzun süre ikna etti. Çok değil on yıl önce gazete manşetleri Irak’taki bölgesel Kürt yönetiminin hedefinin Türk topraklarını içine alan bir bağımsız devlet kurmak olduğunu iddia eden ifadelerle doluydu. Ancak bir süre sonra Güney Kürdistan gerçeğini o ad ile olmasa da kabul etti hatta ilişkileri geliştirmenin kendisi için yararlı olduğunu da keşfetti. Bugün Güney Kürdistan hızla gelişen bir coğrafya ve Türkiye orada burjuvası ile arz-ı endam ediyor. Üzücü olan Türkiye’nin politikasını değiştirmesinde rol oynayan temel enstrümanın insan temelli değil çıkar odaklı olması. Mezkûr değişimin Rojava’ya bakışta etkili olacağını düşünüyorduk lakin Türkiye’nin politik seyri hiç de öyle değil.
Bugün Ne Durumdayız?
Türkiye’deki Türklerin Rojava’ya da Güney Kürdistan’a da bakışına hâlâ aynı kaygılar damgasını vuruyor. Bağımsız ve birleşik bir Kürdistan Türkiye’nin bölünmesine neden olacaktır inancı hem bürokrasiye hem de kamuoyuna hakim. 10-15 yıl önce Güney Kürdistan için söylenenler bugün Rojava için tekrar ediliyor.
Yalnız burada çok da samimi olmayan bir tutumu kolaylıkla tespit etmek mümkün. “Güçlü” Türkiye yaratma yolunda Türkiye-Kürdistan siyasi birlikteliğine göz kırpan hatırı sayılır sayıda isime denk geliniyor. Eğer Kürtler Türkler ile aynı devlet çatısı altında olup bölgeye nizam verecekse neden olmasın diyen ve siyasete sağ pencereden bakan kimi Türkler (ve hatta kimi Kürtler) kökleri kadim hayalin peşinde: “emperyal güç olma”.
Bu toprakların tecrübesi kâğıt üzerinde yapılan hesapların coğrafyada tutmadığını net bir şekilde gösterdi. Şayet bölgede Kürtler kendilerini bir devlet içinde ifade etmek istiyorlarsa “izin vermeyiz” ya da “destekleriz ama ancak bizimle şu şartta…” demeye hiç kimsenin hakkı yok. Tepeden inmeci inşa projeleri yerine bölgenin kendi dinamikleri ile taşlarını oturtmasını izlemek bu kadar mı zor? Demokrasi ve temel insan hakları hassasiyetini korumak kaydı ile koşula bağlayan değil eşit ilişkiler kuran halkların coğrafyası bir hayal mi yoksa? (GGÖ/EKN)