Osmanlı İmparatorluğu’nda bütün fertleri kapsayan tek bir hukuk sistemi yoktu. İmparatorluğun geniş coğrafyasının sınırları içindeki tebaa dinine, milletine, bağlı olduğu cemaate, hatta toplumsal konumuna göre hukuki muamele görüyordu. Gerek medeni konularda, gerek cezai yaptırımlarda birbirinden farklı usuller uygulanıyordu. Bilhassa fertlerin özel alanlarını düzenleyen yasalarda, hukuk dini ve geleneği referans alıyordu. Gayri müslimler mensubu oldukları cemaatin kurallarına tabi olurken, Müslüman tebaanın hayatı, kaynağını Kuran’dan alan bir aile hukukuna göre biçimleniyordu. Hukuksal bir birlik olmadığı için bu kimi zaman karmaşa yaratıyor, adaletsiz uygulamalar görülüyordu.
Osmanlılarda nikah akdi ise devlet denetimine veya birtakım kurallara tabi değildi. Evlenmek için reşit olmak gibi bir şart, yaş için herhangi bir alt sınır yoktu. Kadınla erkeğin evlenmeleri için şahitlerin ve nikahı kılacak olan kişinin –bu, bir din adamıydı- olması yeterliydi. Hatta bu nikahlar çoğunlukla kadının iştiraki olmaksızın, yalnızca onu temsil eden biri tarafından -ki bu çoğunlukla yine hane halkı içinden bir erkekti- gerçekleşiyordu. Boşanma yine aynı şekilde kadının rızası olmaksızın, erkeğin talebiyle sözlü olarak oluyordu. Erkeğin boşanma kararını karısına bildirdikten sonra onunla herhangi cinsel münasebete girmediği iddet süresi geçtikten sonra boşanması resmi hale geliyordu. Erkek kadından talak adı verilen bu metotla kolaylıkla, hiçbir mazeret göstermeksizin boşanabiliyordu. Bu sistemde evlilik kurumunun kurulmasında da, sonlandırılmasında da kadın çok istisnai durumlar dışında irade gösteremiyor, geçerli olan hukuk sistemi kadını korumuyordu. Kadının aile kurumu çerçevesindeki akıbeti başka bir erkeğin insafına terk ediliyordu. Bu durum asırlarca devam etti. 1868-1876 yılları arasında hazırlanan, hukukta Batılılaşma çabalarının bir ürünü olan Mecelle’de bile kadınların aile içindeki durumları değişikliğe uğramadı.
Halide Edip, Emine Semiye, Fatma Aliye...
19. yüzyılda Avrupa’da bayrak açan kadın hareketi aynı yüzyılın sonlarına doğru eğitimli Osmanlı kadınları arasında dalga dalga yayılmaya başladı. Halide Edip, Emine Semiye, Fatma Aliye, Şair Nigar Hanım gibi dönemin pek çok entelektüeli, kadın dergilerinde çeşitli yazılar yazarak ve kadın derneklerinde görev alarak kadınların hukuksal olarak korunması ve erkeklerle eşit haklara sahip olmaları için çaba harcadı. Bu dönemde yalnızca kadın entelektüeller değil, Namık Kemal, Abdülhak Hamid, Şemseddin Sami, Mithat Cemal ve Mehmet Akif gibi erkekler de kadın dergilerinde yayımlanan yazılarıyla kadın hareketine destek verdiler. Bu kadın hareketi sonucunda aile hukukunda olmasa da, miras ve ceza uygulamalarında kadınların lehine birtakım değişiklikler meydana gelmeye başladı. Bilhassa Osmanlı kadınlarının 1908 devrimi öncesi örgütlenen İttihatçılarla birlik halinde Meşrutiyet’in ilanı için çalışması, Meşrutiyet’in ilanından sonra kadınların nispeten daha özgür olacağı ortamı hazırladı. Nitekim 1917’de aile hukuku konusunda kısıtlı da olsa önemli bir adım atıldı ve nikah akdine devlet denetimi şartı getirildi. Ancak ne var ki, bu uygulama sadece iki yıl yürürlükte kaldıktan sonra rafa kaldırıldı. 1926 yılında Medeni Kanun yürürlüğe girene dek, kadınlar sınırlarını erkeklerin çizdiği bir aile kurumunun içinde yer almaya devam ettiler.
Ve şimdi, Medeni Kanunun kabulünden doksan bir sene sonra, arka planında Halide Ediplerin, Fatma Aliyelerin ve daha nice kadının mücadelesi bulunan, Cumhuriyet’in çok önemli kazanımlarından biri olan Medeni Kanun üzerinde birtakım değişiklikler yapılıyor. Hiçbir kadın örgütünün fikri alınmadan, eril bir dille hazırlanan müftülere resmi nikah kıyma yetkisi veren düzenlemeyle, müftülerin boşanma, miras gibi medeni hukukun konusu olan alanlara müdahale etmesinin önü de açılmış oluyor. Bu değişiklik, yakın gelecekte dini referans alan bir hukuk sisteminin laik hukukun karşısında yer almasına, müftüler tarafından evlenenler ile belediye memurları tarafından evlenenler arasında ayrışma çıkmasına zemin hazırlıyor. Üstelik sağlık kurumları dışında gerçekleşen doğumların sözlü olarak Nüfus Müdürlüklerine beyan edilmesi, doğum üzerinde resmi denetimin hafiflemesi ise aynı zamanda anne çocuk sağlığının korunmasını olumsuz yönde etkileyecek gibi duruyor. (MK/EA)