Türkiye’ye sığınan Suriyelilere vatandaşlık verilmesine dair tartışmaların yönü her ne kadar siyasi alanı gösterse de, bu mesele siyasi bir araçsallaştırmadan öte, sosyal, kültürel ve ekonomik alanların da iç içe geçtiği insan hareketliliğine (ve insani hareketliliğe) işaret ediyor; dolayısıyla “vatandaşlık” farklı bir bilinci de beraberinde getiriyor.
Bu bilinç, Suriyeli mültecilere önce misafir, sonra geçici koruma statüsü ve nihayet de vatandaşlıkla beraber giderek çevreden merkeze doğru ilerleyen bir “entegrasyon” politikasının son adımını hazırlamaktadır. Ancak, entegrasyon tek taraflı değildir. Bilinç, biz demeden önce ben demekte, dolayısıyla kendi konumunu evrensel kabul ederek, diğerini dışsallaştırmakta, bunu da söz konusu Suriyeli sığınmacı-Türkiyeliler düzleminde milliyetçi sınırlara itmekte, “biz”in anlamı “aynı” benlerin toplamından öteye gitmemektedir. Bununla birlikte, ne zaman ulus-devlet sınırlarına, o ulusa özellikle kültürel kodlarla dahil olmayan insanların kitlesel hareketliliği söz konusu olursa karşımıza entegrasyon ve asimilasyon gibi kavramlarının çıkması da tesadüfi değil.
Bu kavramlar, Janus’un yüzleri gibi farklı ama aynı köke sahip: Bize dahil etme, dolayısıyla benzerliklerin her iki toplumda ya tahakkümle ya da karşılıklı anlaşmayla yeniden üretilmesidir. Bireysel zorlukların toplumsal meseleler haline dönüşmesinin önünü kapatan bu politikalar belli bir sistematiğe sahip. Örneğin, 60’ların ortasından başlayarak Türkiye’den misafir işçi olarak özellikle Almanya ve ikinci olarak Fransa’ya “göç” edenlere yönelik entegrasyon politikaları da belli bir tolerans eşiğini hedef almakla beraber, siyasi modellerin idealleriyle de farklılaşmakta fakat ana eksen hiçbir zaman değişmemektedir: Fransa için bu durum “göçmenleri tam teşekkülü Fransa vatandaşı haline getirmek”tir (Favell, 2001:4) Hassas sağcı politikaların yükselişi de milli kimlik ve göçmenliği birbirinin karşısında konumlandırmakta, hatta yurtdışındaki emek arzını gerçekleştirmek için giden Türkiyeliler de, bu dönemlerde sırasıyla “sıfır göç” ( d’Estaing Kanunu) politikası, 1981’de Autain Kanunu ve 1984’teki kanunlarla halihazırdaki göçmenlerin ülkede kalışlarıyla ilgili yasal düzenlemeler (i.e. oturma izinlerinin verilmesi, sürelerinin uzatılması, aile birleşmeleri, göçmenlerin dernekleşmesi), Fransa’daki göçmenlerin artık sadece birer “işçi” değil, Fransa’nın tüm kamusal alanlarında etkin olabilecek, “kalıcı” olarak buraya yerleştiklerini kabul eden ama ne olursa olsun “yabancı” ve “göçmen” olduklarını da unutturmayan hatlara sahiptir. Bununla birlikte, 1986’daki Pasqua Kanunu da bu kimlikleri öne çıkararak, insan hareketliliğini sınırlayan belli kurallar getirdi, Fransa’ya yerleşen göçmenleri de kendi ülkelerine geri dönmeye teşvik eden düzenlemeleri de ortaya koydu. Sarkozy yönetimine kadar bu son derece “ihtiyatlı” göçmen politikası 2005 ve 2007 yıllarında kendisini “seçici göçmenlik” adı altında yeniden tanımladı. Bu, geçtiğimiz günlerde AKP Anayasa Komisyonu Başkanı Mustafa Şentop’un da ifade ettiği gibi sadece vasıflı ve nitelikli- “işlevsel” Suriyelilerin vatandaşlık hakkına yönelik bir çalışmayla benzerlik gösteriyor. Ancak böyle seçici bir politika, başarılı bir entegrasyonun ön koşulu olarak kabul edilir. Bu durum, Türkiyeli “biz”in sınırlarını belirlemekle kalmayıp, Suriyeli mültecileri de kendi içlerinde yeni “biz”lere ayırararak, “doğallaştırma” sürecinin dışında tutuyor.
Fransa’daki sağcı partilerin beyanatlarında sıklıkla görülen, vatandaşlığı “hak etme” ve “kağıt üzerinde” vatandaş olma durumu, Türkiyeliliğinin kapsamını da inşa ediyor. Böylelikle, Suriyelilerin “kağıt üzerinde” mi Türkiyeli olacaklarını ya da toplum içerisindeki yerlerini herhangi bir Türkiyeliden farksız olarak yaşayabilecekleri, kamusal alanda görünürlüklerinin meşrulaşacağı, daha doğrusu adının konacağı bir süreç başlayacak mıdır?
Henüz, Suriyelilerin Türkiye’deki varlığına dair bir kavram karmaşası yaşanırken ve “milli” değerlerin bu “yabancı”ları “biz”den ayırt etmek için kullanılan bir araç olarak görülmesi, Suriyelilerin kamplardan çıkarak, toplum hayatına geçişlerinde, dil öğreniminin yanı sıra kendi dillerini korumaları, istihdama dahil olmalarını, çocukların ve gençlerin eğitim almalarını, farklı dinlere mensup Suriyelilerin inançlarını ifade edecek yerlere sahip olmaları, kısaca insani her türlü sosyal hakka sahip olmaları yönündeki bütüncül engellerin tam anlamıyla aşılmamış olması belki de kamplardaki gettolaşmadan kurtarıp, yeni bir gettolaşmaya olanak tanıyacaktır. Zira, günümüze değin entegrasyon politikaları, farklılaşmış bir toplumsal alışveriş şeklini almaktan uzaktır.
Türkiye’nin bir göç ülkesinden çok asıl göç edilmek istenen ülkelere ulaşmak için bir geçiş olduğuna yönelik saptamalar, karşılığını Suriyeli mülteciler tarafından hatırı sayılır kayıpların verildiği vakaların varlığında, her daim genel geçer sıfatlarla tanımlanmalarında bulabilmekte. Bu durum Türkiye’deki varlıklarını da belirsizleştiriyor. Vatandaşlık konusunun gündeme getirilmesi ise sadece devlet eliyle tek taraflı ve siyasi hamlelerle meşrulaştırmaya zemin hazırlaması ekseninde değil bu sürecin karşılıklılığını, toplumsal yönünü araştırmaya da açık olmalı, vatandaşlık hakkı veren kadar verilmesi planlanan kitlenin hikayesi de göz ardı edilmemelidir. (IE/HK)