Son birkaç gün içinde Dick Cheney ve Tony Blair'in Tahran'a saldırgan el hareketleri yaptıklarını gördük, ama ikisi de, bir ay önce dünyayı İran'ın nükleer programı nedeniyle savaşa hazırlanması konusunda uyaran Bernard Kouchner'in gazıyla konuştu. "En kötüsü için hazırlanmalıyız, ve en kötüsü de savaş," demişti Fransız Dışişleri Bakanı. Belagat dalgası –Başkan Bush'un geçen hafta nükleer silaha sahip bir İran'ın üçüncü dünya savaşına yol açabileceğini öne sürmesiyle doruk noktasına ulaşan belagat dalgası- Sir John Holmes'un, BM'nin acil yardım koordinatörünün "Irak lekesi" dediği şeyle ve işgal için bahane olan kitle imha silahlarıyla ciddi bir biçimde çökmüştür. Artık, bu kadar acımasızca aldatılmışken ABD ve müttefiklerine neden inanalım?
Fakat Kouchner'in uyarısının çok daha kaygı verici olan bir başka yönü var. Yine seçilen Fransız başkanı, Nicolas Sarkozy, büyük hümaniter Koucnher'i Quai d'Orsay'ın [Dışişleri] başına atadığı zaman, Sarkozy'nin eleştirmenlerinin bir kısmı bile bunu hoş bir sürpriz olarak selamladı. Artık bu atamanın anlamı açık: "Militarist hümanizmin" geri dönüşü. Militarist hümanizmin sorunu "militarist"te değil "hümaniter"de yatar. Bu doktrinde, askeri müdahale, depolitize, evrensel insan haklarına göre haklı hümanist bir kurtarma kılığına girmiştir, bu yüzden ona karşı çıkan kimse sadece silahlı bir çatışmada düşmanın tarafını tutmakla kalmaz, uygar milletlerin uluslararası topluluğuna da ihanet etmiş olur.
Yeni küresel düzende, egemen devletler arasındaki içinde belli kuralların geçerli olduğu (esirlere yönelik tutumlar, belli silahların yasaklanması vb.) düzenli çatışma şeklindeki eski anlamıyla savaşlar görmememizin nedeni budur. Bunlar yerine evrensel insan hakları kurallarının ihlalleriyle karşılaşırız; bunlar tam savaş sayılmazlar, ve batılı güçlerin "hümaniter pasifist" müdahalesine çağrıda bulunurlar – özellikle de ABD'ye ya da yeni küresel düzenin diğer temsilcilerine yönelik doğrudan saldırılar sözkonusu olduğunda. İnsan Kızıl Haç gibi tarafsız hümaniter bir örgütün savaşan taraflar arasında aracılık yaptığını, esir değişimini örgütlediğini ve benzeri hayal etmekte güçlük çekiyor. Çünkü çatışma içinde olan bir taraf zaten Kızıl Haç rolünü üstleniyor – kendisini savaşan taraflardan biri olarak görmüyor, barış ve küresel düzenin aracılık yapan bir faili olarak görüyor.
Bu yüzden temel soru şu: Kouchner, Blair ve diğerlerinin adına konuştuğu bu "biz" kimdir? Bunun içinde kim var ve kim dışlanmış? Bu "biz" gerçekten "dünya," insan hakları adına eylemde bulunan uygar insanların apolitik topluluğu mu? Bu soruya geçen hafta, ABD'den gelen baskıyı hiçe sayarak, Türkiye'nin meclisi hükümetine büyük bir çoğunlukla Kürt asileri takip etmek üzere Irak'a askeri operasyon başlatma izni verdiği zaman, beklenmedik bir yanıt (ya da, daha doğrusu, bir komplikasyon) almış olduk. Suriye Devlet Başkanı Beşer Esat, Türkiye'yi ziyaret ederken, Türkiye'nin "terörizme ve terörist eylemlere karşı" eyleme geçme hakkı konusundaki desteğini ilan etti.
Türkiye an be an büyüyen teröre yönelik savaş bayrağı altında sınır ötesi bir saldırı başlatacak gibiyken, sanki bir davetsiz misafir "biz"in kapalı çemberini, askeri hümanitarizm üzerindeki de facto tekeli tutanların alanını kırmış gibi bir durum ortaya çıktı. Durumu tatsız kılan şey Türkiye'nin "ötekiliği" değil, onun aynılık iddiası. Bu tür bir durumun ortaya koyduğu şey aydınlanmış insanlığın "biz"ini niteleyen yazılmamış kurallar ve sessiz yasaklar kümesidir.
Türkiye'nin sıcak bir konsensusun dikeni olması ilk değil. Günümüzde AB'nin krizi büyük ölçüde onun müstakbel üyesinden kaynaklanıyor. Anketlere göre, Fransa ve Hollanda'daki talihsiz referandumlardaki hayır oylarının temel nedeni Türkiye'nin üyeliğine olan muhalefetti. Hayır sağcı-popülist terimlerle de açıklanabilir (bizim kültürümüze yönelik tehdide hayır, göçmen emeğine hayır), ya da liberal-çokkültürcü terimlerle de (onun Kürtlere yönelik tutumuna hayır, insan hakları karnesine hayır). Türk sorunu – AB'nin Türkiye'yle ne yapacağı konusundaki şaşkınlığı – bu haliyle Türkiye'yle ilgili değil, Avrupa'nın kendisinin ne olduğu konusundaki karışıklıkla ilgili. Avrupa anayasasındaki çıkmaz ve Avrupalı liderlerin seçmenlerini geçen hafta kabul edilen anlaşmaya ikna etme çabaları bir referandum gerektirmiyor – o Avrupa projesinin artık kimlik arayışı içinde olduğunun bir işareti.
"Kültürün Tanımına Yönelik Notlar"ında, büyük muhafazakar TS Eliot, bazı anlarda tek seçimin mezhepçilikle inançsızlık arasındaki seçim olduğunu, bir dini canlı tutmanın tek yolunun onun ana gövdesinden mezhepçi bir kopuş yapmak olduğunu belirtmişti. Bu bizim bugün tek şansımız: ancak standart Avrupalı mirastan "mezhepçi bir kopuş" aracılığıyla, kendimizi eski Avrupa'nın çürüyen gövdesinden kesip kopararak yenilenen Avrupa mirasını canlı tutabiliriz. Görev zor, bizi bilinmeyene adım atma gibi büyük bir risk almaya zorluyor, yine de bunun tek alternatifi yavaş yavaş çürüme, Avrupa'nın, kart Roma İmparatorluğu için Yunanistan ne olduysa ona, fiili hiçbir yararı olmayan bir nostaljik kültür turizmi mekanına dönüşmesidir. (SJ/SG/TK)
* Zizek'in 23 Ekim 2007'de Guardian'da yayınlanan İngilizce metnini, Sabri Gürses bianet için Türkçeleştirdi. Gürses'in bu yazının Türkçe'ye kendi deyişiyle "yanıltıcı çevirileri"ne dair analizini okumak için tıklayın. (SJ/SG/TK)