Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların sayısı 2 milyonu geçti. Tam sayıları bilinmiyor. 25 mülteci kampında 250 000 civarında Suriyeli sığınmacı var ama onların dışında 81 ilimizde Suriyeli sığınmacılar bulunuyor.
Türkiye dünyada en gelişmiş ekonomilerin bile baş edemeyeceği bir yükü omuzladı. Suriyeliler ile ilgili yapılan harcamaların yalnızca yüzde 15 civarında bir miktarı uluslararası kaynaklarca, gerisini Türkiye bütçesinden karşılıyor. İnsan hakları savunucusu Batı ülkeleri ne yazık ki sığınmacılar karşısında aynı duyarlılığı göstermiyor, ikiyüzlü, çifte standartlı bir politika sergiliyorlar. Ülkelerinin etrafına hukuksal ve fiziksel duvarlar örüyorlar.
Buradan Türkiye’nin, göçmen ve güncel olarak da Suriyeli sığınmacılar ile ilgili politikalarının hatalı, eksik, taraflı, plansız olmadığı anlamını çıkarmamamız gerekiyor. Daha doğrusu bir politikanın olup olmadığı bile tartışılabilir. Ama insani görev, yani savaştan canını kurtarmak için sınırımıza gelenleri geri çevirmeme görevi büyük ölçüde karşılanıyor.
Hepimiz sokaklarda, duvar diplerinde, parklarda Suriyeliler, dilenen kadın ve çocukları ile karşılaşıyoruz. Kimimiz acıyor kimileri de ‘bunlar dilenci yardım etmemek gerek’ diye tepki duyuyor. Bu tepkiler bazı bölgelerde sığınmacıların evlerini, çadırlarını yakmak ve linç girişimlerine kadar varıyor. Sokaklarda satıcı, inşaatlardı işçi, tarlalarda mevsimlik tarım işçisi olarak kayıtsız, köle emeği düzeyinde karın tokluğuna çalışan Suriyeliler kendileri şanslı sayıyorlar ama yerli halk yaşadığımız işsizlik ortamında onları rakip olarak görüyorlar ki öyleler… Bu ekonomik çıkar çatışması topraklarımıza sığınan Suriyeliler ile yerli halk arasında ilişkileri giderek keskinleştiriyor. Hele ekonomik nedenler toplumda giderek yaygınlaşan ırkçı ve yabancı düşmanı söylem ile birleşince bölgesel çatışmalar sıklıkla görülür oluyor.
2011 yılından beri ülkemize sığınan Suriyeliler savaştan kaçıyorlar, bombalardan, infazlardan, toplu kıyımlardan, tecavüzlerden, açlıktan kaçıyorlar. Hiç biri keyfi için Türkiye’de sokaklarda yaşamayı seçmedi. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin ilginç bir afişi vardı. ‘Albert Einstein da bir mülteciydi’ diye bir afiş.
Bulunduğumuz coğrafyada savaş, deprem ve benzeri afetler hepimizi tehdit ediyor. Ne yazık ki hiçbirimiz bir gün evimizi kaybetmek veya başka ülkelere kaçmak tehlikesinden uzak değiliz. Bu nedenle gerek birey gerek toplum olarak sığınmacılar ile duygudaşlık yaratmaya, onları anlamaya, dertlerini paylaşmaya kendimizi hazırlamalıyız.
Geri dönüş olasılığı azalıyor
Yıllardır göç çalışan bir sosyolog olarak şunu söylemeliyim ki Suriyeli göçmenler Türkiye’de kalıcıdır. Birinci neden Ortadoğu’da savaş ortamının daha bir süre devam edeceğinin ne yazık ki kesin gibi görünmesi. İnsanların barış içinde kendi topraklarına dönüp, yaşamlarını yeniden kuracakları ortam henüz epey uzak görünüyor.
Diğer bir neden ise daha somut. Göç, uzun süreli olmaya başladığında ki bazı göçmenler için bu durumda 4 seneye yaklaşıyor, geri dönüş olasılığı azalıyor. Barış geldiğinde en iyi tahmin ile gelenlerin yüzde 20'si geri dönecektir.
Suriyeli göçmenlerin gelecekleri ile ilgili politikalar geliştirmek, planlar yapmakta çok geç kalındı ama şu andan itibaren yapılması gereken gelenlerin toplum içinde insanca yaşayabilecekleri ortamı yaratmaktır. Sağlık, barınma, eğitim, istihdam konularında politikalar geliştirmek ve zaman geçirmeden uygulamaları başlatmak gerekmektedir. Bu politikalar, öncelikle toplumda yeni yurttaşlarımıza karşı olumlu bir kamuoyu yaratılmasının planlanmasını da içermelidir.
Bu çalışma yapılmadığı takdirde olacaklar oldukça vahimdir. Çok sevdiğim bir laf var. ‘Mazlum ve mağdur olanın uzun süre masum kalması mümkün değildir’. Açlık, yoksulluk, dışlanmışlık, şiddete maruz kalmaları, şiddeti tanımış olmaları, eğer onlara yüreğimizi ve kucağımızı açmazsak, yeni yurttaşlarımızı toplum içinde sorun yaratacak konuma getirecektir. (NE/HK)