Giorgi Agamben kendini demokratik devlet biçimlerinin bir üst postu olarak sunan günümüz Batı demokrasinin gerçek yüzünü görmek için mültecilerin toplandığı kamplara bakmak gerekir der. Çünkü şiddetten arınmış ve insan haklarıyla donatılmış olduğunu varsayan Batı demokrasilerinin çıplak hayat olarak varlık gösteren mültecilerle ilişkileri oldukça sorunludur. Bu sorunların en önemlisi Batı tipi demokrasilerle yönetilen devletlerin vatandaşlarının sahip olduğu hakların mülteciler söz konusu olduğu zaman askıya alınmasıdır.
Agamben’e göre homo-sacer olarak sınırlara itilmiş mülteciler söz konusu olduğunda askıya alınan yasalar ve haklar insan hakları kavramının evrenselliğini tartışmaya açmakta, esas vatandaşların bu durama duyarsızlığı ise onları işlenen insanlık suçlarının bir parçası haline getirmektedir. Bu durum göçmenlerin ‘misafir’ olarak adlandırıldığı ve yasal haklardan mahrum bırakıldığı Türkiye açısından daha farklı boyutlar içermektedir. Çünkü Türkiye, göçmenlerin çoğunu geçici mülteci statüsüne bile kabul etmemekte, bu durum ise yine Türkiye’deki göçmenleri, istisnasız herkesin üzerinde iktidar kurduğu bir çıplak hayata dönüştürmektedir.
Gündem Çocuk Derneği ve Uluslararası Af Örgütü’nün birlikte düzenlediği “Türkiye’deki Sığınmacı ve Göçmen Çocukların Durumu” adlı toplantı birçok sivil toplum örgütünün katılımı ile 29 Ağustos’ta Ankara’da gerçekleştirildi. Toplantıya katılan sivil toplum örgütlerinin temsilcileri Türkiye’nin dört bir yanından vakaları durum tespitleri ile aktardı. Tahmin edildiği üzere birçoğu şartlı mülteci konumuna dahi kabul edilmeyen göçmenlerin ve sığınmacıların yaşam koşulları hiç de iç açıcı değildi. Daha ilginci Türkiye’deki mülteci sayısının resmi rakamlara göre sadece kırk olmasıydı.
Ayça Rahşan Omahony’nın toplantı sırasında aktardığı sayısal veriler ise Türkiye’de yaşayan çok sayıda mülteci olduğunu ancak bunların yasalar dolayısıyla da devlet nezdinde yok sayıldığını kanıtlıyor. Buna göre Temmuz 2014 itibariyle, Afganistan, İran, Irak ve Somali basta olmak üzere diğer ülkelerden (Suriyeliler ve Ezidiler hariç) gelenlerle birlikte toplamda 46 bin 267 mülteci bulunuyor. 2011 Mart ayında çıkan iç savaş sebebiyle ülkesinden ayrılıp Türkiye’ye sığınan 804 bin 391 kayıtlı Suriyeli mülteci var (1 Haziran 2014 itibariyle), ancak kayıt altına alınmayan mültecilerle birlikte bu rakamın 1,5 milyona ulaştığı yetkililer ve hükümet dışı organizasyonlar tarafından belirtiliyor. En yakin tarihli olarak da Irak’ın Şengal (Sincar) bölgesinden kaçıp Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan Ezidiler’den, pasaporta sahip olan 11 bin Türkiye’ye geçmiş bulunuyor. Dolayısıyla, 31 Aralık 2014 itibariyle bu rakamın 2 milyonu bulma ihtimali olduğu söylenebilir.
Tüm bu veriler Türkiye’deki mülteci sayısının bilinen rakamları aştığını kanıtlar nitelikte. Ancak buna karşın resmi makamlar Türkiye’deki mültecileri misafir olarak tanımlamakta ısrar ediyor. Çünkü bu tanım deyim yerindeyse devleti bir takım sorumluluklardan kurtarıyor. Devletin yerine getirmekle yükümlü olduğu sorumluluklardan bu yolla kaçması ise ‘misafirlerin’ yaşam koşullarını kötüleştiriyor.
Zira toplantıya katılan sivil toplum örgütlerinin aktardığı deneyimler bu durumun tüm göçmenleri, özellikle de çocukları her türlü şiddettin nesnesi haline getirdiğini gösterir nitelikteydi. Diğerlerine göre daha şanslı olup da kamplara yerleştirilen çocukların yaşadıkları tam da bu bağlamda değerlendirilmeli. Göçmen çocuklar günlüğü beş liradan kamyonlara doldurulup tarlalara çalıştırılmaya götürülüyor ya da küçük yaştaki kızlar ve oğlanlar restoranlarda, trikotaj atölyelerinde işçi olarak istihdam ediliyor. Eğitim şansı bulanlar ise toplumun geri kalanı tarafından aşağılanarak dışlanıyor. Bunlar kadar vahim olan bir diğer iddia ise gerek kötü yaşam koşullarının yol açtığı kazalar gerekse gördükleri şiddet yüzünden hayatlarını kaybeden çocuklara dairdi. Bu duruma bir de çocuk yaştaki kızlarının ikinci eş olarak evlendirilmesi ve/veya fuhuşa zorlanması da ekleniyordu.
Bu tabloyu tamamlayan ise fonda yükselen ırkçı ve ayrımcı söylemlerdi. Her biri savaş koşullarından kaçan ve daha iyi bir yaşam ya da sadece hayatta kalma umuduyla yollara dökülen Suriyeli ve Iraklı Ezidi göçmenlerin Türkiye’de yaşadıkları insanlık onurunu zedeler nitelikte. Yaşananların sorumlusu ise herkes, korumasız bulduğu insandan faydalanmayı ve daha sonra da faydalandığı bu insanları ırkçı bir dille aşağılamayı seçen her birey. Bu gidişata dur demek için yapılacak çok şey var. İşte toplantıdan çıkan sonuç ve öneriler de bu bağlamda önem kazanıyor.
Bunlardan belki de en önemlisi göçmenlere geçici koruma statüsü verilmesi için mücadele edilmesine ilişkin sivil toplum örgütlerinin aldığı karardı.
Göçmenlerin “misafir” olarak adlandırılması ile yine göçmenlere yönelik keyfi uygulamaların önü açılıyor. Diğer taraftan konumlarının yasalarla düzenlenmesi onları belli noktalarda hak sahibi yapacağı için önemli. Bir diğer başlık ise çocuk işgücünün sömürüsünün gündeme getirilmesiydi. Benzer bir biçimde çocukların cinsel sömürüsüne dikkat çekmek gerektiği fikri de toplantıda ön plana çıkan görüşler arasındaydı. Bir diğer önemli başlık da hiç kuşkusuz ki göçmen çocukların şüpheli ölümleriydi. Bu ölümler çoğu kayıtlı olmayan çocukların katlini görünmez hale getiriyor. Son olarak toplumda göçmenlere karşı yükselen ve linçlere doğru evrilen nefret söylemine dikkat çekildi. Zaten mağdur olan bu insanları daha da mağdur eden bu söyleme karşı bir hareket planı geliştirilmesi yine alınan kararlar arasındaydı.
Sonuç olarak gerçekleştirilen toplantı göçmenlerin konumunun ne kadar vahim olduğunu daha da önemlisi bu vahametin önümüzdeki yıllarda katlanarak artacağını gösterdi bize. Var olanın görünür hale gelmesi sadece toplantıya katılanlar için değil tüm Türkiye için önemli. Çünkü yok sayılan problemler yok olmuyor aksine çoğalarak büyüyor. Türkiye’nin birçok konuda olduğu gibi devleti ve toplumuyla mülteci sorununda da samimi bir yüzleşmeye ihtiyaç duyduğu ise çok açık. (ANYT/HK)
A. Nevin Yıldız Tahincioğlu, Yrd. Doç. Dr. Hacettepe Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Medya Çalışmaları Anabilim Dalı öğretim üyesi. Medya ve insan hakları genel başlığı altında değerlendirilebilecek çalışmaları, kadın, çocuk ve LGBTİ gibi ayrımcılığa maruz kalan kesimlerin medyada temsilleri ve bu temsillerin neden olduğu hak ihlallerinden oluşuyor. Namus cinayetlerini konu alan bir kitabı (Namusun Halleri - Postiga Yay. 2011); medya ve insan hakları konulu çeşitli makaleleri ve yazıları bulunuyor. |